İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kuşkular Devlet Üzerinde Yoğunlaşırken Beytüşşebap Katliamı Gündemden Düşürülüyor

Neler oluyor?

TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üskül yaptığı açıklamada, Beytüşşebap katliamını kimin yaptığı konusunda bir kanaat oluşturamadıklarını belirtti. Bu açıklama, ister istemez katliamın devletin koruması altındaki “karanlık” güçler tarafından gerçekleştirildiği yönünde güçlü bir kanaatin oluşmasına yol açtı. PKK’nin terörist bir eylem gerçekleştirdiğini kanıtlayacak olayın araştırılması için çağrı üzerine çağrı yapması beklenen devlet, her nedense işi ağırdan alıyor ve araştırmanın derinlik kazanmasını teşvik etmiyordu.

Hürriyet’in 6 Ekim tarihli, Şehriban Oğhan imzalı haberi şöyleydi: “Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesi Beşağaç Köyü yakınlarında 12 kişinin hayatını kaybettiği saldırıyı yerinde inceleyen TBMM İnsan Hakları Komisyonu, olayı PKK’nın yaptığına ilişkin ortak kanaate vardı.” Buna karşılık, aynı medya gurubuna ait Radikal gazetesinde, DHA kaynak gösterilerek haber şöyle verildi: “… Üskül, ‘Biz olayla ilgili herkesle görüştük, onları dinledik. Ama şu ana kadar elde ettiğimiz bulgularla olayın kimler tarafından yapıldığı konusunda bir kanaate varamadık’ dedi.” Bu açık çelişki, Hürriyet gazetesinin açıkça dezenformasyon (kasıtlı yanlış bilgilendirme) yaptığını gösterdi.

Aradan bir gün geçtikten sonra, 7 Ekim’de, televizyonlarda Gabar’daki operasyonlar sırasında 13 askerin öldürüldüğü haberi öne çıkarıldığında, Beytüşşebap katliamını gündemden düşürme adına da hareket edildiği söylenebilir. Bu tip kayıpların öne çıkarılması hiç kuşkusuz askeri prestij açısından ciddi riskler taşıyor. Fakat, 13 askerin öldürüldüğü haberi, bölgedeki yoğun ve kapsamlı askeri operasyonların bir parçası olarak tasavvur edilebilecek Beytüşşebap katliamının gündemden düşürülmesinde etkili olacağı, daha da önemlisi, bölgedeki operasyonları meşrulaştıracağı tahmin edilebilir bir şeydir.

13 askerin öldürülmesi ile ilgili olarak 8 Ekim tarihli Hürriyet’in manşetine dikkat etmekte fayda var: “Sınır aşılır, bu hesap sorulur”. Uzun süre Türkiye kamuoyu Güney Kürdistan’a girme ve mümkünse yerleşme planına göre hazırlanmış ve asker ölümlerinin kaçınılmazlığı vurgulanmıştı. Fakat, AKP hükümeti, Güney Kürdistan’ı da içine alacak bir askeri saldırıya karşı direnmiş, seçimlerden ezici bir üstünlükle çıkması nedeniyle, ABD ve AB destekli bu duruşunu korumayı başarmıştı. Sonrasında, AKP hükümeti, en azından içerde, askeri çözümün öne çıkarılmasını onayladı. Dikkat edilecek olursa, seçimlerden sonra, savaş alabildiğine şiddetlenmiş ve bölgedeki insani kayıplar büyük bir artış göstermeye başlamıştır. Artık sınır ötesi harekat da yeniden gündeme geliyor. Beytüşşebap katliamı, bir anlamda dönüm noktasıdır. Kürt hareketinin topyekun tasfiye etme planının vahşetle yoğrulmuş bir görünümüdür. 1990’ların bir tekrarını yaşıyoruz. PKK’yi tasfiye adına, bir bütün olarak Kürt hareketinin tasfiyesi hedefleniyor. Tablonun bütününe bakıldığında bunu görmek zor değil. 1990’lardan farklı olarak, Kürt hareketinin kitle temeli ciddi bir dağınıklığı yaşıyor. Askeri seçeneğin çözüm olamayacağı biliniyor; fakat, ne yapılması gerektiğini kimse bilemiyor. Örneğin DTP’nin Beytüşşebap katliamının aydınlatılması için mecliste yaptığı çıkış, halkın aktif ve katılımcı değil, seyirci olduğu bir çerçeve ediniyor. Sonra da DTP’li kadrolar teker teker tutuklanıyor. Milletvekillerine sıra gelmesi an meselesi.

Aynı dönemde ve bunca olayın arasında, Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki sağlık koşullarının düzeltilmesini ve mümkünse başka bir cezaevine nakledilmesini talep eden bir sivil kampanyaya merkezi önem atfediliyor. Bu tip kampanyalar aslında şunu ima ediyor: Demokratik bir mücadele programı oluşturup gereklerini yerine getirmeye çalışmanın anlamı yok; büyük bir tevazu ile Abdullah Öcalan’ın mahkum hakları için mücadele ederseniz, her şey için mücadele etmiş olursunuz. Buyurun size basite indirgenmiş, tekleştirilmiş ve yoğunlaştırılmış net bir mücadele çizgisi; dolayısıyla, Beytüşşebap katliamı gibi olguların üzerine nasıl gidileceğini düşünüp kafa karıştırmanın alemi yok.

Sonuç, Abdullah Öcalan’ın nasıl ve hangi çerçevede savunulacağı dahil, mücadelenin somut gündem maddelerinin birbirinden ayrışması ve dağılması oluyor. Oysa, örgütlü ve kitle temeli sağlam bir hakikat ve adalet girişimi, Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki konumu dahil, savaşın tüm sonuçlarını değerlendirmekle ve mücadele programını da ona göre oluşturmakla yükümlüdür.

Kürt hareketi, dayatılan askeri “çözümü” reddetmediği ve mücadelenin belirleyici hattını sivilleştirmediği sürece, savaşın sorgulanması ve mahkum edilmesi de pek mümkün görünmüyor. Seçim sonrasında sivil politikaların geliştirilmesine ve kitle dinamizminin yaratılmasına yatırım yapamayan Kürt hareketi, büyük bir fırsat kaçırdı. Savaş kaçınılmaz olarak büyüyecek. Kürt sorununun, kapsamlı bir şekilde vahşet ve kanla yoğrulduğu yeni bir evreye çoktan geçmiş bulunuyoruz.

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

tr_TRTurkish