Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminden (1989-1993) itibaren devletin bir şekilde PKK ile anlaşıp Kürt sorununu çözüp çözmeyeceği tartışılıyor. PKK’nin 1990 ortalarından itibaren ve gecikmiş olarak Kürtlerle ilgili taleplerini minimuma çekmeye başladığı ve taraflar açısından açmaza giren savaşı bitirip devletle anlaşmak istediği söylenebilir. Buna karşılık Türkiye, anlaşmanın olabileceği yönünde mesajlar vermeyi sürdürse de, bu mesajlar yanıltma ve oyalamanın dışında bir öneme sahip olmadı. PKK’nin tek yanlı ateşkesleri de kısa zamanda anlamını yitirdi.
1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi bir dönüm noktasıdır. Bu operasyonla PKK’nin Suriye-İran eksenli bağımsızlıkçı pozisyonuna bir nokta konuldu ve anlaşmaya yatkın hale getirildi. Artık mesele, KDP ve YNK gibi halk temsiliyetine sahip diğer önemli Kürt örgütleri gibi PKK’nin de ABD eksenli Ortadoğu siyasetine entegre edilmesiydi. Hatırlamak gerekir: 1990’larda sürdürülen savaşın iki önemli sonucu, Türkiye-İsrail ittifakının pekiştirilmesi ve Kürt hareketinin bağımsızlıkçı, ama diktatörlükle yönetilen devletlerin etki alanından çıkarılmasıydı.
Kürt hareketinin ABD eksenli Ortadoğu siyasetine entegre edilmesi süreci önündeki engeli esas olarak TC devleti oluşturdu. Oysa Abdullah Öcalan teslim edilirken anlaşma bu değildi. TC devleti Abdullah Öcalan’ı idam etmeme sözünü tuttu; fakat, Kürt siyasetinin yasallaşmasını ve silahlardan arındırılmasını sağlayacak adımları atmadı. Sahte bir askeri zafer ilanıyla adeta Kürt sorununu dondurma yolunu seçti. Kürdistan’ın şöyle ya da böyle özerkleşeceği bir idari yapıya geçmesini tehdit olarak görmeyi sürdürdü ve Kürtlere dönük siyasetini de buna göre şekillendirdi. Böylece, Türkiye’de Kürtlerin yerel yönetimler aracılığıyla kısmi özerklik kazanmasını, Irak’ta Kürtlerin gevşek bir federal yapı içinde yarı bağımsız bir statü kazanmasını ve İran ve Suriye’de Kürt muhalefetinin canlandırılmasını hedefleyen çözüm modeli kolaylıkla uygulanamaz hale geldi.
Bugüne gelindiğinde, Türkiye’nin Kürtlerin ulusal yapılarını inşa etmesi ve devlet yönetimlerinde söz sahibi olma sürecine inatla karşı çıkması sonucunda, ABD tercihini bir kez daha “Ya Biz Ya Onlar” diyen Türkiye’den yana kullanmaya karar vermiş görünüyor. Fakat, Türkiye’nin Kürt sorununda asıl muhatabının dolaylı da olsa PKK ve lideri Abdullah Öcalan olduğu düşüncesi hiçbir şekilde mezara gömülmüş değil. Bu düşüncenin son yıllarda emekli MİT görevlileri ve bazı aydınlar tarafından canlı tutulduğunu gözlemlemek mümkün. Faal olmaya gayret eden Barış Meclisi de bu lobiyi daha örgütlü hale getirme misyonunu üstlenmiş görünüyor.
Bugüne kadar PKK ve Abdullah Öcalan niçin muhatap olarak kabul edilmedi? Zaman zaman gerilimli seyreden ABD-Türkiye evliliği sırasında olup bitenleri belirleyici görmek ve Kürt hareketinin iç zayıflıklarını görmezden gelmek yanıltıcı olacaktır. Devletin oyalayarak ve oyalanarak geçirdiği yıllarda, PKK çok önemli iki hata yaptı: Birincisi, halk desteğinin artma eğiliminde olduğu 2002 genel seçiminde meclise onlarca milletvekili yollamasını garanti altına alan bir yol izlemeyip % 10 barajını geçme fantezisine kapılmasıydı. İkincisi, 2004 yerel seçimleri yaklaşırken merkezi yönetim düzeyinde halkın moralini bozan bir ayrışmanın ve sonrasında ciddi bir oy kaybının yaşanmasıydı.
2000’li yıllarda yasal kurumlaşma ve siyaset alanında PKK’nin sergilediği performans son derece sorunluydu. Bunun bedelini giderek düzenli bir hal alan oy kayıplarıyla ödedi. Böylece PKK’nin Kürt hareketini yönetme kapasitesi ciddi bir şekilde sorgulanmaya başladı. Bunun bir sonucu olarak devlet içinde ve aydın çevrelerinde PKK’yi ve Öcalan’ı muhatap alma zorunluluğuna vurgu yapan çizgi oldukça zayıfladı.
2004’den itibaren tırmanan ve önümüzdeki bahar ve yaz aylarında son safhasına girmesi muhtemel savaşın yaşanmasında, devletin oyalayıcı ya da “çürütücü” tavrından ziyade, Kürt hareketinin kitle temelinin aşınma sürecine girmesi belirleyici olmuştur denilebilir. Bir bakıma, düşük yoğunluklu seyreden ve tek taraflı gayretlerle sürdürülen “barış” ortamında, PKK savaşı tırmandırmaya mecbur kaldı. Aksi takdirde, yasal kurumlaşma ve siyaset alanında yaşanan likidasyona seyirci kalmak zorunda kalır ve geri dönülmez bir şekilde Kürt hareketini yönetme iddiasını kaybedebilirdi.
Peki 2004 Haziranı’nda PKK’nin silahlı mücadeleyi tırmandırma kararı Kürt hareketinin kitle temelinin güçlenmesini ve kaybedilen oyların geri alınmasını sağladı mı? 2007 genel seçim sonuçlarına bakıldığında gidişatın hiçbir şekilde bu yönde olmadığını, oy kaybının Kürdistan’ı da içerecek şekilde arttığı çok açık. Fakat, iş sadece yasal kurumlara ya da siyasete kalsa durum daha da beter olurdu demek de yanlış olmaz. PKK’nin Kürt hareketi bünyesinde ve Abdullah Öcalan’ın garantörlüğünde yaptığı çoğulcu ve kapsayıcı demokratikleşme denemesi daha en baştan sakatlandı ve bildik metodlara dönmek bir mecburiyet haline geldi. Bildik metodlar en azından Kürt sorununda tek gerçek muhatabın PKK ve Abdullah Öcalan olduğu düşüncesini canlı tuttu.
PKK’nin tırmandırdığı silahlı mücadeleyi TSK’nin istediğine ve teşvik ettiğine kuşku yok. Bu şekilde hem AKP hükümetini istikrarsızlaştırmayı hem de Ortadoğu’daki Kürt etkinliğini zayıflatmayı hedefledi. Buna karşılık PKK, TSK’nin AKP hükümetini istikrarsızlaştırma politikasında ortaklaşarak hem Kürdistan’daki en önemli siyasi rakibini bertaraf etmeyi hem de ordu tarafından bitirici darbenin vurulamayacağını göstererek kendini kabul ettirmeyi hedefledi.
Sonuç olarak evdeki hesapların pek çarşıya uymadığı söylenebilir. AKP’nin Türkiye genelinde ezici bir zafer kazanması ve Kürdistan’da DTP ile boy ölçüşebileceğini kanıtlaması AKP-TSK uzlaşmasını getirdi. Buna PKK’nin hazırlıklı olmadığı açıktı: Seçim sonrasında hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam eder ve DTP çok yönlü şamar oğlanı rolüne uygun görülürken, ABD’nin onayıyla Kürt hareketi güçlü bir askeri kuşatma altına alındı. Böylece, yasal kurumlaşma ve siyaset alanındaki yetersizliğe bir de askeri etkisizlik tehlikesi eşlik etmeye başladı.
PKK’nin ve Öcalan’ın muhatap alınmasında, ilkbahar ve yaz aylarında yaşanması neredeyse kesin görünen yüksek yoğunluklu çatışmalı dönemin seyri ve önümüzdeki yerel seçimlerde DTP’nin sergileyeceği performans belirleyici olacaktır. TSK’nin askeri manevra sahasını Irak sınırlarının ötesine taşıması önemli olmakla birlikte, tarihi bir Kandil zaferi elde etmesi pek mümkün görünmüyor. Bu nedenle, yaklaşan yerel seçimlerin sonuçları çok daha önemlidir demek yanlış olmaz. Eğer Kürt hareketinin oy tabanında gerileme devam ederse, PKK ve Öcalan’ın muhatap alınması ciddi bir olasılık olmaktan çıkacaktır. Yok eğer DTP yerel belediyelerdeki gücünü korumayı başarır, hatta üzerine bir şeyler koyarsa, en azından “Çözümün adresi İmralı’dır” diyen lobinin genişlemesi ve sesinin daha yüksek çıkması olağan bir gelişme sayılmalıdır.
Yazdıklarımdan bu gidişatın doğal ve zorunlu olduğu sonucu çıkarılmasın. Buraya kadar, sadece seçkinci politikaların belirlediği bir süreci özetlemeye çalışıp bazı tahminlerde bulundum. Kürt hareketinin demokratik ve kapsayıcı bir çerçeveye mahkûm olduğunu düşünenlerdenim. Bu anlamda, önümüzdeki yerel seçimler bir test niteliği taşımaktadır. Kürt sorununda muhatapları belirleyen, mevcut güç dengeleri üzerinden yürütülen ve kitle hareketi özelliği taşımayan lobi çalışmaları olmayacaktır. Genelkurmay (dönemsel olarak TSK-AKP uzlaşması) Kürt sorununu yönetilebilir bir kriz olarak kodlamayı bırakmış değildir. Kriz yönetimini rahatlatan başlıca faktör de Kürt hareketinin kitle temelinin uzun süredir aşınma eğiliminde olmasıdır. Kürt sorununun kapsam ve dayanakları düşünüldüğünde, kitle temelindeki aşınmanın sıfır noktasına doğru evrim geçireceğini iddia etmek yanlış olacaktır. Öte yandan, mevcut güç dengeleri üzerinden PKK ve Abdullah Öcalan’ın muhatap olarak kabul edilebileceğini iddia etmek de aynı ölçüde yanlış olacaktır.
İlk yorum yapan siz olun