İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sınır Ötesi Kara Harekâtının Düşündürdükleri

PKK’ye muhalif Kürt siyasi çevreleri ısrarla PKK’nin Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (KBY) önünde engel oluşturduğu tezini işler dururlar. Bu teze göre, PKK açıkça TC devleti tarafından kullanılmaktadır. Buna karşılık, TSK’nin hava destekli kara harekâtı televizyon ekranlarına yansıdığında, medya yorumcuları PKK’ye vurmanın Kürt Bölgesel Yönetimi’ne de vurmak anlamına geldiği,  PKK’nin Türkiye’nin bölge üzerindeki denetimini kırmak için KBY tarafından kullanıldığı yolunda yorumları yeniden yapmaya başladılar.

Geçmişte İmralı’dan yapılan bazı yorumlar kafa karıştırıcı olsa da, PKK’yi KBY’den ayırmayan ve birbirini desteklediğini iddia eden düşünceye yakın durduğumu belirtmem lazım. Hatta, PKK’nin Türkiye gerçeklerinden uzaklaşarak Irak sınırında Güney Kürdistan’ın savunma kalkanı gibi davrandığını da iddia ettim. Bunun nedeni, Barzani ve Talabani’nin PKK’nin Güney Kürdistan’daki varlığına temelden itiraz etmemiş olmaları ve düzenli olarak Türkiye’yi siyasal çözüme davet etmiş olmalarıdır. ABD TSK’ye askeri harekât izni vermeden önce, Talabani’nin ünlü “Bir Kürt kedisi bile vermeyiz” sözü de PKK muhaliflerinin komplo teorilerini boşa çıkaracak cinstendi. Talabani’ye göre daha Kürdi bir duruş sergilediği bilinen Barzani’nin TSK saldırganlığını gerekçe göstererek PKK’yi Irak topraklarından sürmek için özel bir çaba göstermediği de bilinmektedir. KBY liderlerinin PKK muhalifleri kadar kafalarının çalışmadığını ya da PKK karşısında acze düştüklerini iddia etmeyeceksek, her ne kadar çelişkiler barındırsa da, KBY-PKK ilişkisini tamamlayıcı bir bütün olarak değerlendirmek rasyonel görünmektedir.

Kürt hareketini tamamlayıcı bir bütün olarak değerlendiren resmi görüşe göre, KDP, YNK ve PKK hep birlikte pan-Kürdist hareketin bileşenlerini oluşturmaktadır. Birine vurulduğunda diğerinin de sarsılması gayet doğaldır. MHP’nin dışişleri politika sözcüsü Gündüz Aktan, KBY’nin bir an önce, PKK’nin  ise aşama aşama birleşik ve bağımsız Kürdistan’ı kurma amacı güttüğünü, bu politikayı uygulanamaz hale getirmek için ABD’ye “ya biz, ya onlar” seçeneği dayatıldığında Türkiye’yi tercih etmesinin gayet doğal olduğunu söylemektedir. TC devletinin Soğuk Savaş sonrası resmi Kürdistan politikası PKK’yi sindirme, KBY’yi himayeye muhtaç ve iradesiz kılma yönündedir ve yirmi yıldır bu politika değişmemiştir.

Kafaları karıştıran, örneğin son dönemde Kürt sorunu uzmanı kesilen Ruşen Çakır gibi araştırmacı propagandacıların, reel politik zeminde, klasik “iyi Kürt, kötü Kürt” ayrımını ihmal etmeyen bir politikanın hassasiyetle uygulanması yönünde uyarılar yapmalarıdır. Bundan da anlıyoruz ki, ABD’nin TSK’ye verdiği harekât izninin sınırları var. Zaten TSK ve hükümet de başlatılan kara operasyonu bitmesin ve tampon bölge artık hayata geçirilsin kışkırtmalarını sorumsuzluk olarak nitelemektedir.

TSK ve hükümetin saldırı ve işgal kapasitesini sınırlı tutma ve Güney Kürdistan Kürtlerini savaşa dahil edecek bir saldırganlığın önüne geçme çabalarına karşın, Ortadoğu’da Kürt iradesini kırma konusunda önemli bir adım atıldığını kabul etmek gerekiyor. Düzenlenen her hava operasyonu, KBY’nin bölgesel egemenlik iddiaları ile dalga geçiyor. Bahar ayları yaklaşırken buna bir de kara operasyonları eklenince, KBY’nin saygınlık yitimi daha da artıyor. Bu durumdan PKK yöneticileri mi, yoksa KBY yöneticileri mi sorumlu?

Bugün hemen herkes, Soğuk Savaş sonrası Kürtlerin lehine dönen şartların iyi değerlendirilemediğini düşünüyor. Bunu da, Kürt hareketinin çatışmalı haller de alabilen parçalılığı ve aykırılıklarını ortadan kaldırabilecek bir liderliğin yokluğuna bağlıyor. Peki bu liderlik niçin kurulamadı?

Kısaca izah etmeye çalışalım: 1990’lı yıllarda KDP ve KYB ABD-Türkiye-İsrail ittifakına eklemlenerek yerini sağlama almaya çalışırken, PKK Ortadoğu’da ABD hegemonyasına karşı direnen İran-Suriye ittifakı içinde yer aldı ve nihayetinde KDP ve KYB ile çatışma içine girdi. Güya bu çatışma bütünlüklü bir Kürdistan liderliğinin inşa edilmesi için yaşanıyordu. Gerçekte, 1990’ların başında yaşanan “birakujî” (kardeş kavgası) Kürt hareketinin hangi ittifaklar sistemine bağlanacağı ile ilgiliydi.

Saddam rejiminin baskısı ve Enfal katliamları sonucunda savaş ve direniş gücünü büyük ölçüde yitiren KDP ve YNK liderliklerinin yerini çığ gibi büyüyen kitle temeliyle PKK liderliğinin alması mümkündü elbette; fakat buna ABD izin vermedi. PKK’nin Güney Kürdistan’da hakimiyet kurması TSK ve peşmerge kuvvetlerinin işbirliği ile engellendi. Bu anlamda, TSK sözcülerinin “Onları PKK’nin elinden biz kurtardık!” iddiaları doğruluk içermektedir. Sonuç olarak 1990’ların başında yaşanan birakujî’nin Kürt partilerinin bağımsız hareket etme yeteneğini büyük ölçüde kaybetmesine neden olduğu söylenebilir. Ne yorgun ve yıpranmış KDP ve YNK liderlikleri ne de genç ve diri PKK liderliği, Soğuk Savaş sonrasında küresel bir karakter kazanan Kürt uyanışını taşıma kapasitesine sahip olmadıklarını ve kolaylıkla yollarını şaşırabileceklerini daha o zaman göstermişlerdi.

Abdullah Öcalan Suriye’den çıkarıldığında ve Rusya ve AB tarafından da istenmeyen adam ilan edildiğinde, Kürt hareketinin bütün parçalarıyla ABD-Türkiye-İsrail ittifakına eklemlenmesi seçeneği güçlendirilmiş oldu. PKK lideri Türkiye’ye teslim edildiğinde amaçlanan PKK’nin ortadan kaldırılması değil, KDP ve YNK’nin yanı sıra ABD eksenli Ortadoğu siyasetine entegre edilmesiydi. PKK buna itiraz etmedi ve taleplerini minimuma çekti. Fakat Türkiye Cumhuriyeti devleti, özelde Genelkurmay, bu entegrasyon girişimini engellemek için elinden geleni yaptı ve yapmaya devam ediyor. Çünkü, talepler minimuma çekilse bile, yerel yönetimler düzeyinde bir çeşit özerkliğin hayata geçirilmesi kaçınılmazdı. Bu da en başta TSK’nın olmazsa olmaz gördüğü ulus-devletin aşılması anlamına geliyordu.

Bu tabloya bakıldığında, Kürt hareketini yöneten siyasi partilerin bağımsız ve ortak irade geliştirme konusunda neredeyse karakteristik bir zaaf yaşadıkları görülebilir. KBY ile PKK arasındaki ilişkiler hâlâ belirsizliklerle doludur. İmralı’dan KBY’nin Kürt halkının çıkarlarına hizmet etmediği ve Güney Kürdistan’da İsrail benzeri bir yapılanmanın gerçekleştirildiği tezi ortaya atılırken, Leyla Zana çıkıp Kürt halkının üç liderini de selamlamaktadır. Abdullah Öcalan Kerkük için çok etnili ve çok kültürlü özel bir statü tasarlanmasını savunurken, başka bir PKK yöneticisi “Kerkük Kürt kentidir” açıklaması yapabilmektedir. Talabani çıkıp “Bir Kürt kedisi bile vermeyiz” demekte, sonra da TSK’nin PKK ile sınırlı tutulacağı sözü verilen operasyonlarına ses çıkarmayıp olan bitenden PKK’yi sorumlu tutmaktadır. Bu kakakfoniyi azaltmaya dönük kapsayıcı bir ulusal platform zaten yoktur. Sözlerine itibar edilecek geçici bir “akil insanlar” komisyonu dahi kurulmaz. Halk da neler oluyor bitiyor şaşkınlığı içinde, bir şeyler anlamaya çalışır, ama nafile bir çabadır bu.

22 Şubat’ta bin bir abartı, söylenti ve spekülasyonla televizyonlara yansıyan hava destekli kara harekâtının sınırlı ve nokta hedeflere yönelik olduğu anlaşıldığında, TC devletinin Kürt sorununu askeri yöntemlerle bastırma kapasitesinin olmadığını bir kez daha anlıyoruz. Başka yazılarımızda da belirttik: TC devletinin Kürt sorununu yönetilebilir bir kriz olarak muhafaza etmenin ötesinde bir iddiası olamaz. Buna karşılık, Kürt hareketinin çözümü savaş alanlarında aramaması, TC devletinin bu krizi yönetemeyeceğini göstermesi ve Türkiye kamuoyuna demokratik çözüm bilinci kazandırması gerekir. Temelsiz ve demagojik “PKK silah bıraksın mı, bırakmasın mı?” tartışmalarını Kürt hareketi içine taşımak ve nihayetinde savaşın çözüm üretebileceğini ilan etmek, düzenli olarak Kürt sorununu yönetilebilir bir krize indirgeyen güçlerin işine yaradı ve yaramaya devam ediyor. Uzun süredir yaşanan ve bahar aylarında daha da şiddetlenecek savaş, muhtemelen bu gerçeklerin bir kez daha görülmesine vesile olacak.

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

tr_TRTurkish