İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Öcalan Ergenekoncu mu?

Zaman zaman Türk medyasında ama düzenli olarak Kürt medyasında, A. Öcalan’ın Ergenekoncu olup olmadığı tartışılıyor. Bu tartışmanın temelsiz olmadığını en baştan belirtmek lazım. Yakın zamana kadar, Ergenekon örgütünün üst rütbeli subaylarının İmralı’yı kontrol altında tuttukları ve A. Öcalan üzerinde devlet içindeki en güçlü odak izlenimi uyandırdıklarına şüphe yok. A Öcalan da, bu algılamasına uygun olarak, örneğin Kürtlerin kapanmamış bir yarası olan Şeyh Sait isyanının resmi yorumuna taviz verecek düzeyde Kürtçüleri kızdıran ve Kemalistlerle uzlaşmayı savunan bir politika geliştirdi.

Bana göre durum oldukça nettir: A. Öcalan Ortadoğu’da Baasçılarla kurduğu ilişkinin benzerinin Kemalistlerle kurulabileceğine inanmış ve buna göre taktik yönlendirmeler yapmıştır. Kürtçüleri dehşete düşüren Aysel Tuğluk vakasının altında da bu olgu yatmaktadır. Yoksa Aysel Tuğluk’un durup dururken ve tek başına Atatürk mucizesinden söz etmesi, Kürt-alevi-solcu (özelde “Tuncelili”) kimliğiyle Kürtlerle Türkler arasında barış elçisi rolüne soyunması gibi bir durum yoktur.

Bunlar, genel olarak Kürt hareketini tutarsızlığa ve demokrasi mücadelesinde inisiyatif alma konusunda kitleleri kafa karışıklığına sürükleyen yaklaşımlardır. Çok sert eleştirileri hak eden DTP’li milletvekillerini şamar oğlanına çevirme ve günah keçisi haline getirme yaklaşımlarına bu nedenle her zaman karşı oldum. Genelde yasalcı ve paralize olmuş bir görüntü çizen DTP, Kürt hareketinin politik dinamiklerinin ürünüdür ve bundan da birinci derecede sorumlu olan, hareketin yönetici partisi ve merkezi otoritesi PKK’dir.

Bununla birlikte, bu durumdan rahatsız olanların aynaya bakmalarında büyük faydalar vardır. Kurdistan-Post yazarı ve editörü Hasan Bildirici’nin birçok yazısında yerinde bir şekilde vurguladığı gibi, güya PKK’ye karşı en sert muhalefet yapan, hatta işi küfüre vardıran Kürtçü çevreler, PKK’siz bir kişilik edinemiyor ve hiçleşiyorsa, meselenin tek başına PKK’nin sorumluluğuna indirgenerek tartışılması anlamsızdır. Tıp terimleriyle konuşulacak olursa, Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’de Kürt hareketinin elde ettiği güç ve saygınlıkla orantısız politik basiretsizliği, şu ya da bu organın özel durumundan kaynaklanmıyor; söz konusu olan sistemik zaaflardır.

Meseleyi bir tarafından tutup A. Öcalan’ın ciddi ciddi Ergenekoncu olduğunu iddia etmek, güya çok şikayet edilen, şu kadar yılını Kürtçülüğe adamış siyasetçilere hakareti meşrulaştıran bir dedi kodu siyasetinin tekrarından başka bir şey değildir. Bu teze göre, A. Öcalan gençlik yıllarından itibaren MİT adına hareket etmiş, Kürt hareketinin emin ve de ehil ellerde olmasını engellemek için PKK’yi örgütlemiş, on binlerce Kürt gencinin harcanması için yıllar süren bir savaşı yönettikten sonra da kendisini İmralı’ya kapattırıp düzenli olarak aşağılanma siyasetini benimsemiştir. Bu saçma sapan düşünceler karşısında bir Kürt aydını, ciddi ciddi ve tutarlılık adına şu tezi öne sürebiliyordu: Aslında A. Öcalan İmralı’da bir sefahat hayatı yaşıyor, istediği gibi gezip tozuyor,  telefonla istediği herkesle görüşüyor, acaba kim bilir daha başka neler yapıyor, ama bu durum cahil ve gerçekleri görmek istemeyen Kürt halkından gizleniyordu. Kısacası A. Öcalan, dün olduğu gibi bugün de Ergenekon örgütünün bir memuruydu.

Bu tip saçma sapan yazılı ve sözlü spekülasyonlar yüzünden, Kürt hareketinin savaş koşullarında ve imhacı baskı altında örgütlenen diplomasi politikasının niteliği ve çizgisi doğru dürüst tartışılamıyor. Dedikodu seviyesizliğinde komplo teorilerinin peşinden koşularak güya düşünce üretiliyor. Amerikalıların think tank’leri var ya; Türkler de bu işi biraz öğreniyor gibiler; öyleyse neden Kürtlerin de siyasetçi eskileri düşünce üretmesin? Hatta medyanın dolduruşuyla kanaat önderleri oldukları tezi dahi ciddiye alınabilir. Bu durumda onların da çıkıp Ergenekon ile A. Öcalan ve tabii ki PKK arasındaki derin bağlantıyı ifşa etmelerine ve daha da ileri gidip bunu geçim kaynağı haline getirmelerine şaşırmamak gerekir.

Aslında bu yazının da sınırlarını Kürt aydınlanmasında yaşanan kirlenmenin belirlediği söylenebilir – ki bu bir yerde doğrudur. Fakat, karşı aydınlanma cenderesinden kurtulmak için, biraz olsun bilimsel aklımızı kullanarak oturup olguları tartışacağımıza dedikodu ve küfür siyasetinin yarattığı karanlıkları ve çarpıtmaları gündemleştirmek bir yerde kaçınılmaz hale geliyor. Böylece, bilimsel aklın kullanılması konusunda duyarlılıklarını yitirmemiş insanların söylem üretmesini teşvik etmeye çalışıyoruz. Yoksa asıl tartışılması gereken noktaları açığa çıkarmak güç bir mesele değildir.

Bugün, Türkiye’de bir “küreselci / ulusalcı” çelişkisinin varlığına dikkat çekiliyor. Kutuplaşmanın her iki terimi de iyi ve kötü yönleriyle ele alınabilir. İş gelip somutluğa dayandığında, Ergenekon örgütünün siyasi yelpazenin hem sağını hem solunu manipüle eden faşist bir örgütlenme olduğunu iddia etmek dünyanın en kolay işidir. Türk devlet geleneğinde fark edilmesinde fayda görünen bir husus, bu tip örgütlenmelerin hiçbir zaman tam bir hakimiyet kuramamış olması, ama yeri geldiğinde ve tabii risk de alınarak teşvik edilip desteklenmesidir. 12 Eylül cuntacıları bile, geçici bir süre için iktidarda kalacaklarını ve sonrasında demokrasiye dönüleceğini söylemek zorunda kalmışlardı. Türkiye hiçbir zaman bir muz cumhuriyeti olmadı; aksine, bir muz cumhuriyeti olmasını engelleyen bir “derin” devlete sahip oldu. 12 Eylül tecrübesinden geçmiş MHP’nin bugün yoğurdu üfleyerek yemesi ve gelişmeler karşısında CHP’ye göre daha makul sayılabilecek bir görüntü çizmesi bir rastlantı değildir.

Kendi adıma, bir konuda yanıldığımı belirtmem gerekiyor. Ergenekon örgütünün geçici bir süre için ve Türkiye’deki rejim krizini uç noktaya taşıyacak şekilde maceracı bir iktidar kurgusunu hayata geçirebileceğini düşünüyordum. Fakat, gerek Ergenekon operasyonunun kazandığı derinlik gerekse AKP’nin kapatılması davasının bir “ihtar” ile sonuçlanması, bu tahmini boşa çıkaran olgular oldu. Türkiye için hayırlı mı oldu? Bir bakıma evet; bir bakıma hayır. “Hayır” derken şunu kastediyorum: Yukarda sözünü ettiğim “derin” devletin Ergenekon örgütüyle özdeşleşmeyip onunla ilgili olarak kullanım ömrünü tamamladığı mesajını vermesi, Türkiye’yi güzel günlerin beklediği anlamına gelmiyor. Aksine, “yarı demokrat yarı faşist” diyerek belli bir tanım getirmeye çalıştığımız bir devlet yönetiminin devam edeceği söylenebilir. Yine şeriat ve bölücülük Türkiye’yi tehdit eden en büyük iki tehdit olarak tanımlanacak. Dolayısıyla, Kürt cephesinde izlenen resmi politikalarda, temelde değişen bir şey olmayacak. Kürt hareketi de silahlı direnişten sivil itaatsizliğe ağırlığını kaydıracağı bir mücadele hattı ortaya koyamadığı sürece, “PKK terörü” sorun edilecek.

A. Öcalan ve PKK’nin Ergenekon örgütünün Baasçı bazı niteliklerine odaklanarak AKP hükümetine karşıtlığı öne çıkaran bir politik çizgi izlemesi, 2004’den bu yana Kürt hareketinin içine düştüğü temel yanılgıdır. Derinden de derin yapıları olan ve uluslar arası güç odaklarının etkin olduğu bir devlet yapısının var olduğu ihmal edilmiş, öznelciliğin ve indirgemeciliğin tuzağına düşülerek yanlış siyasi muhatap seçilmiştir. Kısacası, bir kez daha olayların peşinden sürüklenen ve politik inisiyatif alamayan bir pratik sergilenmiştir. Oysa, “derin” devletin görünür ve deşifre olmuş yüzünü temsil eden Ergenekon örgütünün kullanım ömrünün tamamlanmasında ve mevcut devlet yapısının çalkantılara sürüklenmesinde, 1) 2007 genel seçimi sonuçları, 2) Güney Kürdistan’daki PKK varlığına karşı Kış koşullarında hayata geçirilen kara harekatının başarısızlığı belirleyicidir.

Kürt hareketi, politik düzeyde, hem ilkesel hem de taktik olarak kötü yönetiliyor. Darbe karşıtlığını esas alan demokratik muhalefet içinde etkinlik göstereceğine, “Ne Şeriat Ne Darbe” diye özetlenebilecek bildik inisiyatifsizliğe sığınıyor. Bu da, aslında Ergenekon örgütünün başarılı olduğunu gösteriyor. Şöyle ki, bu örgütün amaçları arasında solu kuyruğuna takmak ve takamadıklarını paralize ya da “tarafsız “ halde tutmak da vardı. PKK Kürtlerin ezilen kesimlerinin tepkisine dayanarak 5.000 civarında olduğu söylenen gerilla gücüyle bir 30 yıl daha savaşabilir, ama bu sadece Türkiye’de çözümsüz kalmış bir Kürt sorununun varlığını gösterir. Siyasi çözümün üretilmesinde etkin ve kararlı bir politik aktör olabilmek başka bir şeydir. Ne zaman ki A. Öcalan’ın Ergenekon’un memuru olup olmadığı gibi saçmalıklara odaklanmak yerine Kürt hareketinin gerçek sorunları öne çıkarılıp onlar tartışılır; işte o zaman Kürt aydınlanmasının ayak bağlarından kurtulup siyasetten kültüre kararlı adımların atılması da kolaylaşır.

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

tr_TRTurkish