Hasan Bildirici’nin editörlüğünü yaptığı Kurdistan-Post sitesinde, İsmail Beşikçi ile yapılan bir söyleşi beş bölüm halinde yayımlandı. Beşinci ve son bölüm, “Öcalan Niye Devlet İstemiyor!” başlığı taşıyor ve Beşikçi Öcalan’ın devlet hakkındaki tutumunu şu sözlerle eleştiriyor:
“Öcalan’ın Türk, Arap ve Fars devletleriyle bir sorunu yok. O sadece Kürtlerin bir devlete sahip olmasını istemiyor. Bu da zaten, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, İran, Irak, Suriye devletlerinin görüşüdür. Cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan PKK liderinin, örgütünü yönetmesi, Kürtlerin önünü kesmeye çalışması yanlıştır. Bu, ahlaki bakımdan da yanlıştır. Abdullah Öcalan, örneğin Filistinlilere şöyle diyor mu? ‘Ne diye ayrı devlet peşinde koşuyorsunuz, Musevilerle kardeş kardeş yaşayın.’ Veya Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne, Kıbrıs Türklerine şöyle diyor mu? ‘Devlet gericiliktir. Ne diye ayrı bir devlet olarak tanınmak istiyorsunuz, Rumlarla bir arada yaşayın…’ Böyle demiyor. Bunu sadece Kürtlere söylüyor.”
İçinde hakaret içeren bir ifade geçmemesine karşın, Beşikçi’nin Öcalan eleştirisi çok ağırdır. Öcalan’ın tutumumun yalnızca politik değil, etik olarak da oldukça sorunlu olduğunu söylemektedir. Bu PKK’ye muhalif Kürt çevrelerinde yaygın bir görüştür. Öcalan’ın İmralı duruşunun itirafçılıkla özdeş olduğunu iddia edenler dahi vardır. Beşikçi bu kadar ileri gitmemekte, ceza evinde sıkı bir denetim altında tutulan Öcalan’ın politik liderliğinin Kürtlerin yararına olmadığını, Kürtleri yöneten Türk, Arap ve Fars devletlerinin varlığına itiraz etmeyip Kürtlerin devletleşmesine karşı çıkmasının bunun açık kanıtlarından birisi olduğunu öne sürmektedir.
Bana göre bunlar, ayakları yere basmayan ve olgusal temeli zayıf düşüncelerdir. Öcalan tarihsel olarak devletin varlığını sorunsallaştırırken, seçkin ve imtiyazlı bir azınlık kesimin toplumu yönetmesi anlamına gelen devletin yerine halkın katılımını ve iradesini esas alan yönetimlerin nasıl geçirilebileceğini tartışmaktadır. Kürt halkına biçtiği rol, örneğin Marksist-Leninist kuramda işçi sınıfına biçilen rolden çok da farklı değildir.
“Savunmalar” döneminde Öcalan’ın, anarşizan ve liberal kuramlara (genelleme yapacak olursak, özgürlükçü kuramlara) daha yakın bir pozisyon aldığı görülmektedir. Bu da bir yerde normaldir. 1917 Ekim devriminden başlayarak, komünistler çeşitli ülkelerde devlet iktidarını ele geçirdiklerinde, seçkin ve imtiyazlı azınlık bir kesimin toplumu yönetmesi anlamına gelen devletin sönmesi adına adımlar atılamamış, aksine, komünist partiler devletle iç içe geçerek toplumun üstünde ve ötesinde otoriterci yapılara dönüşmüştür. Soğuk Savaş sona erdiğinde, bu savaşın kaybedenleri bellidir: Seçkinci devlet iktidarı ile toplum arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmakta başarısızlığa uğrayan ve neredeyse otoriter devlet yapısıyla özdeşleşen komünist partiler. Sonuç olarak Marksizm-Leninizm sosyalist hareketin ana akımı olmaktan çıkmış, geçmişte Türkiye’de sosyalist çevrelerin varlığından dahi haberdar olmadıkları Bookchin gibi anarşist yazarların düşünceleri ciddiye alınır olmuştur.
Öcalan, sosyalist hareketi yenileme adına yürütülen bu yeni tartışma evrenine 2000’lerin başında dâhil olmuş ve herkesi şaşırtan özgürlükçü önermeler eşliğinde PKK’nin ve Kürt hareketinin yeniden yapılandırılmasını savunmuştur. Bu aynı zamanda, AB ile bütünleşme yolunda ilerleme kaydedilen ve Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin aşamalı bir şekilde elde edilebileceğinin varsayıldığı bir ortamda gerçekleştirilen bir çıkıştır. Kürt hareketinin AB eksenli demokratik bir toplum kurgusu önünde engel olmayacağının altını çizmektedir.
Öte yandan, devletsiz bir insanlık ve dünya tasarımı ütopyacı bir kurgudur. “İlkel” denilen toplumların devletsiz yaşayabildiklerini ve devlete karşı olduklarını biliyoruz; yani devletli olmak insanların genlerinde yazılı bir kader değil. Fakat elimizde, tarihsel olarak kompleks bir insanlık ve dünya örgütlenmesinin devletsiz nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda rehber olabilecek kesin bir bilim yok. Öcalan bu konuda oldukça iddialı; ayrıca, ütopyanın gerçekleştirilmesinde Kürt hareketine lokomotif bir rol yüklenebileceğini de öne sürüyor. Marksizm-Leninizmin başaramadığını kendisinin başardığını ve devletsiz toplum ütopyasına giden yolu bilimsel olarak keşfettiğini ilan ettiğini biliyoruz. Elbette bu iddia sorgulanabilir, fakat şaşırtıcı değildir. Radikal sosyalist teoride devlet, ancak geçici olarak elde tutulması gereken ve olumsuzlanması gereken bir sosyal kurum olarak ele alınabilir. Anlaşmazlık verili devlet yapılarının nasıl ortadan kaldırılacağı ile ilgilidir. Öcalan’a göre Kür halk hareketi, esas olarak devlet iktidarına değil toplum yönetimi açısından devletin gerekliliğini ortadan kaldıracak sosyal yapılara yatırım yapmalıdır. Yine, devlet karşıtlığı ya da devleti yakıp yıkma değil, dereceli bir şekilde işlevsizleştirme yolu tutulmalıdır.
Bu söylemin Kürt hareketi üzerindeki pratik etkilerinin masaya yatırılmamış olması, PKK’nin devletçi yöneliminin aldığı biçimin yorumlanmasını zorlaştırmaktadır. Oysa PKK devletsiz toplum idealini gerçekleştirmeyi garanti altına alan bir yönetici merkez olarak tarif edildiğinde, kapıdan kovulan devlet, çok daha güçlü bir şekilde pencereden girmektedir. Durum komünist partilerin içine sürüklendiği çelişkiden çok farklı değildir. Bir yandan devlete olumsuz bir değer atfedilirken, diğer yandan, tıpkı Bolşevikler gibi, toplumu yönetmek adına geçici olduğu iddia edilen bir devletleşme yaşanmaktadır.
Körfez Savaşı ile birlikte tamamen su yüzüne çıkan Kürt realitesinin belirgin sonuçlarından birisi, PKK’nin kelimenin gerçek anlamında parti-devlet gibi yapılanmaya başlamasıydı. “Partileşme-Ordulaşma-Devletleşme” sürecinin ilerlemesi için uygun koşullar ortaya çıkmış ve Türkiye’de silahlı mücadeleyi (devletleşmek için gerekli koşulu) temel alan tek Kürt örgütü olarak PKK bu sürecin siyaseten merkezi öznesi olmuştu. 2000’lere gelindiğinde, Öcalan bu süreci durdurmak ve PKK’yi tasfiye etmek amacında değildir; dönemin ruhuna uygun ve uluslar arası kabul görebilecek kontrollü bir reform sürecini zorlamaktadır. Bu girişim büyük ölçüde Kürtlerle uzlaşmayı reddeden TC devleti tarafından boşa çıkarılmış ve 2004 Haziranından itibaren PKK, yumuşattığı parti-devlet modelini resmen yeniden canlandırarak yoluna devam etmiştir. Gerçek hayatta karşılığı olmayan devletsiz toplum retoriği bu gerçekliği değiştirmez.
Aslında meseleye güncel siyaset içinden bakmak daha açıklayıcı olacaktır. Gerçekten de Öcalan’ın ciddi ciddi Kürtlere devlet dışı bir yerde durmalarını önerdiği ve politik liderlik vasfını bu yolda kullandığı iddia edilebilir mi? Öcalan’ın örneğin “Genel seçimlere girip meclise milletvekili göndermenin alemi yok; TBMM bir devlet kurumudur, orada bulunmak gereksizdir” türünden bir yaklaşımı olduğu iddia edilebilir mi? Aksine, “Niçin % 10 barajını aşamıyorsunuz?” diye sorarak Kürt hareketinin örgütsel yetersizliğinden yakındığı iyi bilinmektedir. Benzer bir durum yerel yönetimler için de geçerlidir. Belediyeleri devletten soyutlamak mümkün olmadığına göre, Kürtlerin devletleşmesini istemeyen bir Öcalan’ın yerel yönetimlerin ele geçirilmesini de reddetmesi gerekirdi.
Meselenin netleşmesi açısından, belki şu “demokratik özerklik” muammasını ele almakta da fayda var. Öncelikle, “demokratik özerklik” düşüncesinin patentinin tamamen PKK’ye ait olduğunu iddia etmenin yanlış olduğunu belirtelim. Bunu anlamak için, örneğin Şerafettin Elçi’nin başkanlığında 1997’de kurulan ve Anayasa Mahkemesi tarafından 1999’da kapatılan DKP programına bakmak yeterli olacaktır. Orada dikkati çeken önemli bir husus, merkezi hükümet karşısında güçlendirilmiş yerel yönetimlere yapılan vurgudur. Bu olguya dikkat çekerek, bir zamanlar Kürt siyasetine bağımsız Kürdistan / federal Kürdistan ikilemi ve çekişmesi damga vururken 1990’lardan itibaren üçüncü bir yol olarak “demokratik özerklik” düşüncesinin ortaya atıldığını iddia etmiyorum. Gerçekte “demokratik özerklik”, yerel yönetimlerin merkezi hükümet karşısında güçlendirilmesine vurgu yapan temkinli ya da örtülü bir federalizm savunusudur. Ayrıca, bir yandan demokratik özerklik talep edilirken, diğer yandan ayrılma seçeneğinin de muhafaza edildiğini belirtmek gerekir. PKK’ye göre, eğer TC uzlaşmaz tutumunda ısrar ederse, Kürtler kaçınılmaz olarak ayrılma seçeneğini öne çıkaracaktır. Demokratik özerkliği zorlamak adına siyaset yapan DTP sözcülerinin son yıllarda düzenli olarak dile getirdikleri uyarı bellidir: Kürt halkı arasında ayrılıkçı eğilim tırmanışa geçiyor! PKK’nin 2004 Haziranı’nda silahlı mücadeleyi tırmandırma kararı almasından itibaren bu ikili siyasete geçildiği söylenebilir. Bunun yapılmasını bizzat Öcalan teşvik etmiş ve kendisini olası bir uzlaşmanın muhatabı olarak belirlemiştir.
Beşikçi meseleyi sadece bir tarafından tutarak ve çok fazla gaf, kuramsal kafa karışıklığı ve hatta skandalla yürütülen yasalcı PKK siyasetine merkezi önem atfederek akıl yürütmekte ve sorunu kişiselleştirmektedir. Sanki PKK Öcalan yükünü üzerinden atsa işler çok daha iyi gidecek yaklaşımı içindedir. Oysa “demokratik özerklik”, gerçekte bir Öcalan projesi değildir. Proje, en başta ABD ve Kürt Bölgesel Yönetimi tarafından desteklenmekte ve Ortadoğu’da Kürt varlığına resmi statü kazandırmanın gerçekçi bir yolu olarak kabul edilmektedir.
Bu yolun yanlış olduğu, PKK’nin ABD ve AB taleplerine bu kadar prim vermesinin Kürtlerin çıkarına olmadığı vs. savunulabilir. Fakat bu yapılacaksa, Öcalan’dan önce Barzani ve Talabani eleştirilmelidir. Barzani ve Talabani Türkiye Kürtlerine ayrılmaları ve kendi devletlerini kurmaları yönünde telkin ve teşviklerde mi bulunuyorlar? Aksine, Türkiye’nin tehditleri karşısında, federalizmin bir versiyonu olan demokratik özerklik siyasetini risk olarak kabul edip Türkiye Kürtlerinin AKP’ye bel bağlamasını dahi önerebiliyorlar.
Sonuç olarak, Beşikçi’nin Öcalan değerlendirmesinin özü itibariyle bilimsel değil, Öcalan’ın PKK liderliğinin Kürtlere zarar verdiğini savunan siyasi retoriğin bir ürünü olduğu söylenebilir.
İlk yorum yapan siz olun