Türkiye’nin kısa ve orta vadede demokratikleşme ölçülerini belirleyeceği ulusal program sonunda açıklandı. Yüzde kırklara varan fiili devalüasyon ve ard arda yapılan yüksek zamlarda ifadesini bulan piyasalardaki şok dalgalanma yönetenlerin demokratikleşmeye mecbur kaldığını gösteriyordu. Mecburiyete kimsenin itirazı yoktu. Sorun egemenlerin yıllardır irrasyonel politikaları dayatmaktan, topluma deli gömleği giydirmekten vazgeçmeme ısrarıydı. Bu defa da akılsızlık galebe çaldı. Genelkurmayın dayattığı ve MHP tarafından sözcülüğü yapılan politikalar ulusal programa yansıtıldı. Mesut Yılmaz halâ iyimserliğini korumaya çalışıyordu, ama ANAP’ı yok olmaktan kurtarmak için savunusunu yaptığı, yer yer DSP politikalarıyla da örtüşen liberal hat etkisini gösteremedi. Ne idam cezası ne anadilde eğitim konusunda adım atmamakta ısrarlı, şiddetin tekelini elinde tutan ve bu sayede toplumu teslim almaya çalışan oligarşik zihniyet direniyor.
Ekonomik şok sonrasında oligarşinin süngülerinin düşeceğine inanan aslında pek yoktu. 28 Şubat sonrasında, Türkiye’nin egemenlerine dair incelikli analizler yapmanın yanıltıcı olacağını söylemiştim. Hâlâ bu düşüncede ısrarlıyım. Vedat Türkali’nin “Güven” adlı romanını okuduğumda, 1940’ların devlet yapısıyla bugünün devlet yapısı arasında büyük benzerlikler görmüştüm. Adını istersek ‘derin devlet’ koyalım, devletin merkezinde yoğunlaşan bir kadro yapılanması var. Ve ne kadar beceriksiz olurlarsa olsunlar, toplumu yönetme tarzında karar verici öğe olmaktan vazgeçemiyorlar. Bugün, geleceğe ilişkin hiç bir programları yok. Sadece neyin olmayacağını söyleme becerisine sahipler.
Onlara göre bütün dünya kendilerine uymak zorunda. Neyin olacağı ya da olmayacağı konusunda tek ölçüleri var: Egemenliklerini kalıcı kılmak. Kendilerini işlevsiz hissetmektense toplumun bir yıkımdan diğerine sürüklenmesini tercih ediyorlar. Bir çöküş ve çürüme döneminin egemenleri olmanın ötesine geçemiyorlar. Kendi insanlarına zerre kadar değer vermiyorlar. Cem Boyner zamanında çok güzel ifade etmişti: “Türkiye’de en ucuz et insan etidir.” İnsanın değer kazanması onlar için en büyük tehdittir. Çünkü, ancak o zaman barışın ve demokrasinin önü gerçekten açılmış olacak. AB’yle bütünleşme için iki temel siyasi kriter belliydi: İdam cezasının kaldırılması ve anadilde eğitim hakkinin tanınması. Ulusal program her iki kriteri de geçiştirdi. Her iki kriter de Kürtleri doğrudan ilgilendiriyor. Verilen mesaj belli: Size ayrılıkçı olmaktan başka şans tanımıyoruz. “Ah savaş yeniden başlasa!”, bütün umutlarını buna bağlamış durumdalar. Toplumun olan biteni daha açık bir biçimde değerlendirme olasılığı giderek yükseliyor. Çok korkuyorlar ve oyalıyorlar. F tipi darbeyle durumu biraz idare ettiler. Ama daha fazla oyalamak için zamanlarının azaldığını hissediyorlar. Evet, savaş durumu kurtarabilir.
Türkiye’nin jeopolitik ve de stratejik önemi yeniden pazarlanır ve kendilerini dünyaya yeniden dayatabilirler. Halkmış, hiç önemli değil. İki şamar atarsın, otururlar aşağıya. Artık çok sıkıcı hale geldiklerinin farkında değiller. Türkiye’nin oligarşik bir devlet yapısıyla yönetilemeyeceği açık. Yola toplumsal uzlaşmayla devam etmek ise dönüşüm anlamına geliyor. Dönüşümün öncüsü olmak Kürt özgürlük hareketine düştü. Newroz kutlamalarında sokaklara dökülen on binle bir kez daha insanlığın yaşayabileceğini, umudun yeşerebileceğini kanıtlıyorlar. Kimse merak etmesin: Newroz’un herkesin bayramı olmasına Kürtler itiraz etmiyor. Yaratılan değerler paylaşmak içindir. Ulusal programcılar akıl ve vicdan yoksunluklarıyla her şeyin hâlâ uzak bir geçmişteki gibi olabileceğine inanadursunlar. Birkaç günlük gecikmeyle de olsa son sözümüzü söyleyelim: Newroz pîroz be!
İlk yorum yapan siz olun