Kürtlerle yaşanan savaşın durmasını talep eden barış yanlısı sanat çevrelerini etkin kılmak adına, yıllar önce (2009) bir girişimin örgütlendiğini ve çarpıcı bir çıkış yaptığını konuyla ilgilenenler hatırlayacaktır: Barış İçin Sanat Girişimi (BİSG). Aradan yıllar geçtikten sonra BİSG’in geldiği nokta çok farklı.
Yakın zaman önce bir çağrı yapıldı ve BİSG’in uzun bir süredir atıl ve işlevsiz kaldığı, durumu değerlendirmek üzere bir toplantı ihtiyacı doğduğu ve İstanbul’da yapılacak toplantıya katılamayacak insanların e-posta aracılığıyla görüş bildirmesi istendi. Sonuç: Toplantıya katılanların sayısı beş, e-posta aracılığıyla geri bildirim yapanların sayısı iki. Böylece “BİSG’in hâlâ varmış gibi gösterilmesi etik değildir” görüşü net ve tartışmasız bir şekilde doğrulanmış oldu.
Yıllar içinde, az sayıda insanın zaman zaman bayrak değişimi de yaparak BİSG’i ayakta tutma çabası yeterli olamadı. Belli bir noktadan sonra bu da yapılamaz hale geldi. Tarihin bir cilvesi olarak, BİSG tam da barış olasılığının kuvvet kazanmaya başladığı bir süreçte kapanışını ilan etmek zorunda kaldı; yani bu türden örgütsel oluşumlara ihtiyacın tavana vurduğu bir süreçte.
BİSG’in geldiği noktanın benim için şaşırtıcı olmadığını belirtmem lazım. BİSG’in çıkış yaptığı dönemde, tiyatro alanında geniş kapsamlı örgütsel bir platform oluşturulması için faaliyet gösterenler arasında yer aldım. Bu platformun BİSG’le ilişkilenmesinin doğru olduğunu savunuyordum. Bu görüşün kabul görmesini sağlayacak dinamikler ortaya çıkmadı. Kürt tiyatro çevreleri dâhil, tiyatro alanında ne geniş kapsamlı bir platform ne de BİSG’le ilişkilenmek gibi ciddiyet ve sorumluluk içeren bir perspektif gelişebildi.
Bu olgu, pek çok çevrenin çeşitli bakımlardan şikâyetçi olduğu “akil insanlar” türünden devlet ve hükümet destekli barış guruplarının niçin gereğinden fazla öne çıktığını da açıklıyor. Bu oluşumun zaten barış adına inatla çalışma yürüten, şunlardır diyebileceğimiz sivil toplum örgütlerinin bir ürünü olmayışı eleştiri konusu yapılabilir, fakat bu yaklaşım pratikte anlamsızlaşmaya mahkûmdur. Farklı alternatiflerin üretilememiş olması gibi bir realite ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla, “akil insanları” yıpratma ya da itibarsızlaştırma girişimleri, sadece barışmayı zora sokan politik bir işlev ediniyor.
Görebildiğim kadarıyla, BDP barış adına daha geniş bir entelektüel hareketlenmenin yaşanmasını ve “akil insanlarla” yapıcı bir köprü kurulmasını destekliyor. Entelektüel çevreleri barış için dürtmek, fazlasıyla devlete ve hükümete endeksli bir barış sürecinin önüne geçilmesi adına doğru bir yaklaşım. Fakat BDP’nin destek ve teşvikiyle şekillenen topluluk halkla ilişkiler bakımından “akil insanlar” kadar etkili olabilir mi, bu tartışmalı.
Radikal’in verdiği bir habere göre, Ankara’daki Demokrasi ve Barış Kongresi’nde Abdullah Öcalan’a “Kürt halk önderi” mi, “PKK lideri” mi yoksa “Sayın” mı denileceği tartışılmış. Asgari müşterek galiba “Sayın” olmuş. Böylece ortak bildirge çıkarma krizi aşılmış. Demokrasi ve Barış Kongresi’nin sonuç bildirgesi, bazı bakımlardan daha çok bir parti programı özetine benziyor. Gerçi sınıfsal sömürü ve de tahakkümün ortadan kaldırılması gibi bazı “detaylar” unutulmuş, ama yine de bir parti programı özeti olmaya aday.
BDP’nin “Merak etmeyin, sadece Kürtler için değil, herkes için demokrasi istiyoruz, AKP’nin yedeğine de düşmeyiz” diyerek entelektüel ve politik bir vitrin düzenleme çabası ne kadar anlamlı ve önemli, emin değilim. Belki o vitrin seçimler yaklaştıkça, Türk kamuoyuna ulaşma fonksiyonu da edinebilir. Fakat şimdilik, “Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz” evreninde birbirine kavuşma fonksiyonu öne çıkıyor. Bu durumda, devlet ve hükümet destekli “akil insanların” daha pratik ve fonksiyon sahibi olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Söylemlerin politik niyet ya da imalarının ne olduğuna daha fazla takılmadan asıl sorunun barış-demokrasi ilişkisinin netleştirilmesi olduğu söylenebilir. Netleşmeye gitmek zor değil. Türkiye’de barış, kapsamlı ve ideal bir demokratik yeniden yapılanmanın unsuru değil, demokratikleşmenin tarihsel ve toplumsal bir ön koşulu ve belirleyici bir adımı. Nasıl ki Güney Afrika’da ırkçı rejim ortadan kalktığında ve hatta ANC iktidara geldiğinde sınıf mücadelesi ırkçılık girdabından az çok sıyrılıp farklı biçimler alarak devam etmişse, Türkiye ve Kürdistan’da da aşağı yukarı olacak olan budur.
“Barış = demokrasi” denklemi kurmak aldatıcı bir retorik olduğu gibi, süreci sulandırmaktan başka bir işe yaramaz. Daha da kışkırtıcı bir ifadeyle: “Yetmez, ama evet!”, ne yazık ki barışa yüklenebilecek reel anlam ve önem budur. Fakat şu var: Akan kanın nasıl duracağını tartışmak, mini anayasa referandumunu tartışmaya benzemez. “Barışa evet ama…” söylemleri entelektüel ve politik sosyopatlığın bir türevi olmanın ötesine geçemez.
BİSG ve benzeri deneyimler, güçlü tarihsel uyarılar olarak algılanabilirse, “Önce Barış!” çizgisinin alması gereken biçimler ve niçin sürecin kırılgan olduğu daha iyi anlaşılabilir. Aksi takdirde yüksek siyasete duacı olmaktan başka bir çare kalmaz.
Yorumlar kapatıldı.