İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dramatik Bilince Katkı Amacıyla Güncel Siyasal Gelişmeler Hakkında Bir Yorum

Entelektüel yatırımını esas olarak dram sanatına yapmış biri olarak politik çözümlemelere duyduğum ilgiyi tuhaf bulanlar vardır. Benim tuhaf bulduğum ise, dramatik bilincin politik bilinci içerme çabasının tuhaf bulunmasıdır. Gelişkin bir politik bilinç içermeyen bir dram sanatının, estetik yanı ne kadar iddialı olursa olsun, söz konusu toplumsal olaylar olduğunda verimli sonuçlar alamayacağını da eklemek gerekir. Tiyatro tarihinden bir örnek, Moliére’in 17. yüzyılda Fransa’da dinsel gericiliği sorunsallaştırdığı “Tartuffe – Sahtekâr” oyunudur. Öylesine güncel görünür ki, sanki TC’nin kuruluşundan bu yana varlığını sürdüren bir çeşit laiklik anlayışını gözler önüne sermektedir. Oyunda, burjuvazinin (orta sınıfın) kolayca dinci sahtekârlığın tuzağına düşebildiği, dinsel gericiliğin aşılmasında kadınların aktif roller üstlenebildiği, dinsel gericiliği geri püskürtmek için adil ve güçlü bir merkezi otoritenin devreye girmesi gerektiği vs. vurgulanır.

İrtica konusunda Moliére’in birkaç yüzyıl önce sunduğu çatışma evreni bugünün Türkiyesi için gerçekten açıklayıcı olabilir mi? Genel seçim öncesi Türk bayraklarıyla meydanları doldurarak irtica ve bölücülüğe karşı sesini yükselten cumhuriyetçi kitlelere göre bu sorunun yanıtı olumludur. İşleri yeniden yoluna sokması için TSK’ye yapılan darbe çağrısı, Moliére’in merkezi otoriteye (krala) yüklediği rolden farklı değildir. Tıpkı sahtekâr yobaz Tartuffe gibi, AKP de sinsi bir plan uygulamaktadır: Servet dağılımını taraftarlarının lehine çevirmekte ve oy çokluğuna dayanarak devlet aygıtını ele geçirmektedir. Başbakanlık, meclis başkanlığı, bakanlıklar derken, en son cumhurbaşkanlığı ve YÖK de kaptırılmış, geriye yalnızca TSK ve yargı aygıtının bir bölümü kalmıştır. Bu gelişmeleri görmekten aciz ve AKP’nin iktidarının pekişmesinde anahtar role sahip liberalizme meyilli seçmen kitlesinin, “Tartuffe – Sahtekâr” oyununda servetine ve hatta karısına sahip çıkmaktan aciz enayi kocaya benzediği söylenebilir. Bu anlamda, Emin Çölaşan’ın “liberal” kelimesi yerine aşağılayıcı ve homofobik “liboş” kelimesini ikame etmesi ve irtica tehlikesine duyarlı kitleler tarafından da benimsenmesi bir tutarlılığa işaret eder.

AKP’yi irtica ile özdeşleştiren ve modernleşmeyi kendi tekelinde gören cumhuriyetçilerin önemli bir sorunu, siyasal İslam bünyesindeki modernleşme tartışmalarını ve meydana gelen yol ayrımlarını yok saymalarıdır. 28 Şubat dayağı yiyen Refah Partisi’nden kopan kadroların kurduğu AKP’nin AB eksenli bir dinsel özgürlük arayışı içine girmesi ve bu sırada merkezdeki kitle partilerinin askeri vesayet rejiminin kişiliksizleştirdiği toplumdan kopuk siyasi bürolara dönüşmesi, Türkiye’de hiç beklenmedik bir şekilde siyasal İslam’ın değişimin siyasi öznesi haline gelmesini sağladı. Refah Partisi, 1990’ların ortasından itibaren yaşadığı, kendisini adım adım iktidara taşıyan büyümeyi hazmedebilecek bir esnekliğe sahip değildi. Buna karşılık AKP, gerekli esnekliği gösterme ve liberal ideolojiyle uzlaşma vaadiyle yola koyuldu ve Refah Partisi’nin tıkandığı noktada görevi devraldı.

Bu aşamada, Alişan Akpınar’ın Kültürel Çoğulcu Gündem’de yayımlanan “Vakay-ı Hayriyeden Bugüne” başlıklı yazısında dile getirilen bir tezin geçerlilik kazandığı söylenebilir. Bu teze göre asıl mesele, değişen dünyaya ayak uydurması gereken Türkiye’yi kimin yöneteceğidir. Böylece İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili düzene geçen Türkiye’de yerleşik hale gelen “demokrat sağ” – “cumhuriyetçi sol” gerilimi yeni bir biçim kazanarak tekrar gündeme geldi. CHP’ye göre, Türkiye’nin hiçbir meselesi Cumhuriyetin kuruluş ilkeleriyle ve üst yapı kurumlarıyla çatışmalı AKP tarafından çözülmemelidir. Örneğin üniversitede okuyan kadın öğrencilerin başörtüsü takmalarına karşı olmadığını söylemektedir; fakat, üniversitelerde başörtüsü takma özgürlüğünü AKP değil CHP getirmelidir.

CHP’nin yaklaşımını sorunlu hale getiren, Moliére’in ünlü irticai karakteriyle simgelenen siyasal İslam’ı Refah Partisi’nden kopuşla örgütlenen AKP ile özdeşleştirme zorluğudur. Gerçekten de, AKP’nin Batıdaki örneklerine benzer bir şekilde Müslüman Demokrat parti olma hedefiyle kurulduğu söylenebilir. Buna karşılık, irtica karşısında kendi başına bırakıldığında kolaylıkla tuzağa düşebilen toplumu kurtarmak üzere devreye giren deus ex machina (toplumun ötesinde ve üzerinde, beşeri krizleri sona erdirmek üzere sahneye indirilen ilahi irade), bugünlerde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ve Anayasa Mahkemesi tarafından temsil ediliyor.

“Yargı darbesi” Genelkurmay-AKP uzlaşmasının AKP açısından bir tuzağa dönüştüğünü gösteriyor. Türban sorununda inisiyatifin MHP’ye kaptırılması tuzağı daha da derinleştirmiştir. Sınır ötesi kara harekâtı Kürt seçmenler arasındaki prestijini sarsmıştır. Kısacası, genel seçim sonrası AKP’nin politik performansı berbat seyretmektedir. Durum bazı yanlarıyla 12 Eylül öncesi Adalet Partisi-Genelkurmay ilişkisine benzemektedir. 12 Eylül darbesinden sonra Süleyman Demirel, askere ne istediyse verdiklerini, ama yine de hedef olmaktan kurtulamadıklarından şikayet etmişti. Zaten mesele de budur: Bu oyunda elini veren kolunu da kaptırır. Türkiye’deki Genelkurmay-hükümet ilişkisi Batı ülkelerinde devletin bileşeni kuvvetlerin koalisyon ilişkisine benzemez: Genelkurmay koalisyonun başat ve yeri geldiğinde iktidarı tamamen kendisinde toplayabilecek ortağı gibi hareket etme eğilimindedir. Bunun için, meclise güvensizlik ve orduya dönük en güvenilir devlet kurumu algılaması ayakta tutulur. Cumhurbaşkanlığı makamı, hükümet ile Genelkurmay arasında aracı rolü üstlenirken, askerin kaygılarını haklılaştırmayı ihmal etmemelidir.

Bununla birlikte, tespit etmek gerekir ki, 2000’li yıllarda canlandırılan AB süreci, 12 Eylül darbesiyle yasal çerçeve de kazandırılan bu yönetim anlayışını tehdit etmeye başlamıştır. Bir önceki Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün ordunun istenmeyen adamı ilan edilmesi, devlet yönetiminde Genelkurmayın başatlık iddiasından vazgeçtiğini gösteren jestleri nedeniyledir. Buna karşılık Yaşar Büyükanıt, “kodu mu oturtan paşa” kimliğiyle bu geri adımı telafi etmek üzere işbaşı yapmıştır.

2007 genel seçiminden sonra AKP, elde ettiği “dindar” cumhurbaşkanlığı karşılığında Genelkurmayla uzlaşarak, bir bakıma kendi sonunu hazırlamıştır. Genel seçimde toplumun geniş desteğini alan AB’li ya da AB’siz demokratikleşme gündemini terk ederek, kopmayı vaat ettiği irticai gizli gündemine dönüş yaptığı bile söylenebilir. Fakat, kapatma davasının açılması gibi açık bir tasfiye uyarısı alınca, yeniden AB’ye endeksli demokratikleşme sürecine sarılarak kendisini kurtarma telaşına düşmüştür. AB’ye tam katılım kararlı bir hal alan AB ırkçılığı nedeniyle yılan hikayesine dönmesi ve fiilen “özel statü” uygulanması nedeniyle, AKP’nin deus ex machina’sı AB olmuştur. Sorun şuradadır: Kararlı ve içselleştirilmiş bir demokratikleşme deus ex machina ile yaşanabilecek bir süreç değildir ve bu yalnızca AKP’nin değil, demokrasi talep eden herkesin sorunu haline gelmiştir.

Türkiye’deki güncel siyasal gelişmeleri ele alan bir dram yapıtı üretmek istediğimizde, yazının başında sözünü ettiğimiz “Tartuffe-Sahtekâr”, özellikle Cumhuriyetçi sol ideolojiyi anlamak açısından yardımcı olabilir. Fakat, esas olarak, demokratikleşmenin de deus ex machinaçözümüne endekslenmesi gibi bir garabet üzerinde yoğunlaşmak makul görünmektedir.

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

tr_TRTurkish