Dün öğle vakti, her nedense Galatasaray’da bazı kitabevlerine uğramak gibi bir istek doğdu içimde. Kendini kandırma aslında, Gezi Parkı’ndaki mütevazı direnişin tetiklediği olaylara bir şekilde dâhil olma, en azından tanık olma isteğimi dizginleyemedim. Sabaha doğru Gezi Parkı’nda nöbet bekleyen eylemcilerin çadırları yakılmış ve gazlanmışlardı.
YKY’nin karşısındaki kitabevinde yeni hangi kitaplar çıkmış bakınırken, kepenkler indiriliyor aniden. Orada çalışan bir genç üst kata çağırıyor beni. Orada gazdan daha az etkilenirmişim. Kepenkleri bazı eylemcilerin içeri girmesi ihtimaline karşı indirmişler. Daha önce bir arkadaşın önerdiği kitabı (Sol İlahiyat) alıp “Çıkabilir miyim?” diyorum. Kepenkleri yarı yarıya kaldırıyorlar.
Ben çıktıktan sonra da kepenkler yeniden kapatılıyor. Havaya karışmış gazın etkisiyle, gözlerimde ve ciğerlerimde hafif bir yanma başlıyor. Galatasaray’dan Taksim’e doğru ilerlerken, gazın etkisi artıyor. Gaz maskesi takmış gazeteciler ve polisler.
Sonra bir arkadaşıma, Taylan’a rastlıyorum. Esnaftan birisiyle tartışıyor. Bacağından yaralanmış eylemci bir gence “Terörist!” diye bağırmış. O genç de “Ne yaptım ben? Görmüyor musun beni yaraladılar” demiş. Esnaf olaylar başlayalı beri büyük zarara uğradığını söylüyor. Taylan’dan yanıt: “Başbakan’ın kendisi söylüyor, Beyoğlu dönüşecek, esnafı buralardan silecekler.” Esnaf zaten sakinleşmiş, bir şey diyemiyor. Düşünceli oradan uzaklaşıyor.
Ara sokaklara kaçan maskeli gençlerin üzerine durmadan gaz bombaları yollanıyor. Gaz tüplerini fırlatan tüfekler gürültüyle patlıyor. Kısa bir süre polislerin yanı başında ara sokaklara doğru uzaklaşan birkaç genci seyrediyorum. Saldırı tek yanlı ve gülünç görünüyor. İşin içine gaz bombaları girmese, eğlenceli bir yakalarım yakalayamazsın oyunu gibi. Taylan saatlerdir durumun bu olduğunu söylüyor. Polisi uğraştırıp duran gençlerden övgüyle söz ediyor.
Gaz tüplerinden fışkıran duman etrafa yayılıyor. Fakat henüz gazın üzerimdeki etkisi sersemletecek düzeyde değil. Sabah kahvaltısını yapmamıştım, bir yemek yiyelim diyerek Tarlabaşı’na açılan bir sokağa giriyoruz. Gittiğimiz lokanta çalışamaz halde. Çalışanlar dışarda, biri elindeki boş gaz kapsülünü gösterip gülüyor. Yani kepenkler mecburen inmiş durumda.
Taylan “bu işler için yaşlandık” deyip Tarlabaşı’na gitmeyi, oradan uzaklaşmayı öneriyor. Etrafta gençler yavaş yavaş daha kalabalık guruplar oluşturuyorlar. Fakat ben gaz denilen meretin daha üst seviyede insanları nasıl etkilediğini anlama ve deneyimleme derdindeyim. Taylan “tamam” diyor.
Yeniden İstiklal Caddesi’ne ve oradan da Taksim’e doğru yürüyoruz. Taksim’e yaklaştıkça gazlanma deneyimini üst seviyede yaşama şansını yakalıyorum. Gözler ve etrafı, alın ve burnun üst bölgesini kapsayacak şekilde cayır cayır yanıyor. Ayrıca: Şiddetli gözyaşı ve burun akıntısı. Nefes alış verişini durdurmak istiyor insan, ama ne yazık ki insan soluk almak zorunda olan bir canlı.
Etrafıma bakıyorum, herkes gözyaşı içinde ve salya sümük ağlıyor. Tek tük insanlarda, işçilerin kullandığı türden gaz maskeleri ya da hastanelerde kullanılan cinsten bez maskeler görüyorum. Gazeteci ve polislerin kullandıkları gaz maskeleri gibi etkili değiller. Ama hiç yoktan iyidir. Belli ki görgü ve deneyim sahibiler, çoktan önlem almaya başlamışlar.
Nefesimi tutup, biraz soluk alabileceğimi hissettiğim Fındıklı istikametine doğru tek başına yürümeye başlıyorum. Taylan elinde su şişesiyle çıka geliyor. Bir tane de bana almış. Yüzünü suyla ıslatırken, bana da aynı şeyi yapmamı söylüyor. “Bir yerlerde okumuştum, su daha beter ediyormuş” diyorum. Aklıma eski Haber Fabrikası sitesinin eylemcilerin alması gereken önlemler başlığı altında sıraladığı tavsiyeler geliyor. Acaba yanlış mı hatırlıyorum?
Bu sırada orta yaşlı, zayıf ve oldukça dinamik bir adam beliriyor yanımızda. Elinde kesilmiş bir limonun yarısı. Taylan’a “Kapa gözlerini” diyor. Sonra limonu göz kapaklarına ve etrafına sürüyor. O da “Sudan uzak durun” diyor. Ortada belki resmi sağlık görevlileri yok, ama gönüllü sağlık hizmeti veren bir vatandaşla karşılaşmak moral veriyor. Tamam diyorum, biz de limon alalım. Hemen aşağıda manav var. Fakat limonlar tükenmiş; arz ve talep dengesi birincisinin aleyhine bozulmuş.
Daha aşağıda bir tane daha manav var. Biz de oradan alıyoruz limonları. Tanesi 50 kuruş, yani bir limon karaborsası oluşmuş değil henüz. Bir tanesinin ikiye kesilmesini rica ediyoruz; kullanıma hazır olsun diyerekten. Az önce Taylan’a limon işlemi uygulayan adamı taklit ederek göz kapaklarıma ve etrafına limon sürüyorum. Limon gerçekten de rahatlatıcı; yanma hissini azaltıyor. Fakat ben, acemilikten olacak, gözlerime limon suyu kaçırdığım için, başka türlü bir yanma başlıyor gözlerimde.
Aşağı doğru yürümeye devam ediyoruz. Fındıklı sahil yoluna nihayet ulaştığımızda bir otelin açık kafesi olduğunu fark ediyorum. Çay içip biraz dinlenelim diyerek oraya gidiyoruz. Rüzgâr sayesinde, büyük bir bölgeye yayılan gazın etkisi bir hayli azalmış durumda. Artık akşam. Önümüzden küçüklü büyüklü guruplar geçiyor. Galatasaray ya da Taksim’e ulaşmanın yollarını arıyorlar. Taksim kuşatma altında, polis de bir gedik vermemenin telaşı içinde.
Bize servis yapan garson Beşiktaş taraftarıymış. Çarşı gurubunun da Taksim’e çıkacağını söylüyor. Ben “Bu defa Tayyip kayaya çarptı, bu işin altından zor kalkar” diyorum. O biraz umutsuz, “Adamların bayrak dikmedikleri kaya parçası kalmadı ki” diyor.
Otelin kapısından giren Arap müşterileri görüyorum. Başbakanımızın ülkeye en büyük hizmetlerinden birisi; gelsin Araplar, yani paralar. Gerçekten de, Türkiye’nin dünya ekonomik krizini teğet geçmesini sağlamada Arap sermayesi ne kadar etkili oldu? Bu konuda hiçbir zaman tam bilgi sahibi olmadım. AKP hükümetinin Suriye politikasında mutlaka Arap sermayesinin bir rolü olmalı. Ampirik olarak henüz zengin kılamadığım bir düşünce.
İstiklal caddesi ve Taksim civarında gaza maruz kalan onlarca turist gördüm. Aralarında hızla uzaklaşmaya çalışanlar, durup fotoğraf çekenler… AKP hükümet olalı beri, ilk defa böylesine çeşitlilik içeren ve “Yetti artık!” diyen bir halk muhalefetiyle karşı karşıya. Turistler de bu vakanın tanığı ve yer yer mağduru.
Çaylarımızı içerken, Taylan’a eşinden bir telefon geliyor. Tünel’deki işyerinden çıkmış Taksim’e ulaşmayı deneyecek. Heyecanlanıyor ve eşinin yanına gitmeye karar veriyor. Yokuş yukarı bir süre yürüdükten sonra yollarımız ayrılıyor.
Yukarı doğru yürüyenler, aşağı doğru yürüyenler, ayakta ya da oturur vaziyette bekleyeneler. Bir hayli kalabalıklaşmış ortalık; işyeri ve okullardan çıkışın başlamasıyla kalabalık büyüdükçe büyüyor. Yukarda polis barikatı var, geçilemiyor diyorlar. Metrolara da gaz bombası atıldığı söyleniyor. Sokaktakilerin de görebileceği bir televizyondan Belediye Başkanı ve Vali açıklamalar yapıyor. Seyredenler dalgasını geçiyor.
Taksim’e doğru yürüdükçe, bir kez daha yoğun gazın etkilerine maruz kalıyorum. Limon ve su satışını arttırmak için çığırtkanlık yapan bakkaldan bir paket ıslak mendil alıyorum. Paketten çıkardığım bir mendili gaz maskesi niyetine kullanıp ne kadar yukarı çıkabilirim, denemeye karar veriyorum. Bir yerden sonra, yine şiddetli yanmalar, gözyaşı ve burun akıntısı ve de boğulma hissiyatı. Gerisin geri Fındıklı’ya iniyorum.
Bu defa hedefim Beşiktaş Çarşı. Dolmabahçe’ye kadar olan bölgede herkes gazın etkisine maruz kalmış. Tepkiler değişik. Birlikte yürüyen iki kişiden birisi oldukça rahatsız görünürken, diğeri çok daha rahat olabiliyor. Yakın mesafeden yoğun gaz etkisine maruz kalanlar nasıl protesto eylemlerini sürdürebiliyorlar? Yoksa evrim geçirip gaza karşı bağışıklık mı kazanıyoruz?
Fakat şu açık: AKP hükümeti ve Başbakan’ın açıklamaları artık illallah dedirtmiş. Millet gaz filan dinlemiyor. Beyoğlu ve Taksim’den İstanbul’a yayılan kimyasal hava saldırısı nedeniyle, sadece tetiklenmeyi beklemiş bir mutasyona uğruyor, büyük gaz kardeşliğini inşa ediyoruz.
Yorumlar kapatıldı.