Said Nursi (1878-1960) özellikle 1990’ların başında tanımaya çalıştığım bir İslam düşünürü ve eylem adamı. Nur cemaatinin kurucusu olarak Atatürkçü laik ve sol çevrelerde kötü bir şöhrete sahiptir. Fakat hayatını okuyunca, hakkındaki katı yargıları ister istemez bir kenara bırakmak zorunda kalırsınız.
Şeyh Sait İsyanı’na (1925) katılmadığı ve itiraz ettiği bilindiği halde tutuklanmıştır. Şeyh Sait ayaklanması sonrası ülke geneline yayılan ayıklama ve temizlik işlemine o da tabi tutulmuştur. Çeyrek asırdan uzun süren sürgün hayatında, ev hapisliğine maruz kalmış, cezaevinde yatmış, aç ve susuz bırakılmış ve defalarca zehirlenerek öldürülmek istenmiştir. Üzerindeki baskı ancak yetmişli yaşlarını yaşarken, 1953 yılına gelindiğinde ortadan kalkmıştır.
Yaşadığı dönemde zekâ ve bilgi birikimi açısından İslam uleması içinde dahi olarak kabul edilen, zamanın emsalsiz ya da eşi benzeri bulunmayan kişisi anlamında “bediüzzaman” lakabıyla anılan Said Nursi, aynı zamanda dirençli bir örgütçü ve eylemcidir. Sürgün yıllarında, sivil itaatsizlik ve barışçılığa dayalı bir mücadele yöntemi izleyerek devlet içinde kendisini tasfiye etmek isteyenlerle uzun süren bir satranç oyunu oynamış ve ayakta kalmayı başarmıştır.
Kürdistan’dan koparılıp Türkiye’nin batısına sürgün edilmekle tecrit edilebileceği düşünülmüştür; fakat gönderildiği yerlerde Nur risalelerini kaleme alan ve her tarafa yayma işini üstlenen talebelerin ve toplumun her kesiminden destekçilerin ortaya çıkmasına engel olunamamıştır. Eziyet ve meşakkatin damgasını vurduğu uzun bir hayatın sonunda Said Nursi, 23 Mart 1960’ta Urfa’da vefat etmiş ve Halil-ür Rahman Dergâhı’na defnedilmiştir. Vefatından sonra na’şı rahat bırakılmamış, 27 Mayıs ihtilal yönetiminin emriyle mezarından çıkarılmış ve askeri bir uçakla Afyon’a götürülerek bilinmeyen bir yere tekrar gömülmüştür. Bundan anlaşılabileceği gibi, yakın zaman önce Can Yücel’in mezarının başına gelmiş olanlardan daha beteri Said Nursi’nin mezarı ve na’şının başına resmen gelmiştir.
27 Mayıs ihtilali bu uygulamayla çelişkili bir sonuç yaratmıştır: Yeni anayasada düşünce özgürlüğü adına elde edilen kazanımlardan Nur risaleleri de faydalanmıştır. Bu noktada komünist şair Nazım Hikmet ile İslamcı düşünür ve eylem adamı Said Nursi’nin kaderlerinin ortaklaşması çarpıcıdır. Her ikisinin de eserlerinin görece rahat koşullarda basılıp dağıtılması ve serbestçe okunması, etkilerini geniş kesimlere yayması 1960’lı yıllarda gerçekleşmiştir.
Kürtçülerin Said Nursi karşısındaki duyguları karışıktır. TC’nin kuruluşuna kadar olan dönemde, Said Nursi’de Kürt ve Kürdistan söylemi açıkça vardır; o aynı zamanda Said Kürdi’dir ve “bediüzzaman” lakabını alan bir âlimin Kürtler arasında ortaya çıkması bir gurur kaynağı olmuştur. İslam’ın yenilenmesi ve Batı medeniyeti karşısındaki ezikliğini aşması için özel okul projesinde, doğduğu topraklar olan Osmanlı Kürdistanı’nı çok yönlü bir sıçrama tahtası olarak gördüğüne kuşku yoktur. Sürgün yıllarında ise, Kürt ve Kürdistan söyleminin neredeyse tamamen ortadan kalktığı görülür. Mecburi otosansür olarak da okunabilecek bu tavrın bir sonucu, Said Nursi’nin ardılı ve takipçisi olduğunu ilan eden, tıpkı onun gibi okul örgütlenmesine temel bir önem atfeden Gülen cemaatinin Türk-İslam sentezi hareketinin bileşeni ve sivil dayanağı olmak gibi bir skandala kolaylıkla imza atmış olmasıdır.
Said Nursi hakkında bu çok kısa bilgiyi vermemin nedeni, birkaç gün önce, Said Nursi’nin hayatını konu alan “Hür Adam” adlı filmin DVD’sini alıp seyrettikten sonra üzerine bir yazı yazmak istemiş olmam. Türkiye’de 1990’lı yıllarda yükselişe geçen İslamcı hareketin kendisini tiyatro ve sinema alanlarında da görünür kılmaya başladığını biliyoruz. Fakat İslamcı yükselişin bu sanat alanlarına damgasını vurduğu söylenemez. Siyasal sahnede olup bitenlerle kültür-sanat sahnesinde olan bitenler arasındaki ilişki birbirini besler nitelikte olmamıştır. Açık ki, söz konusu kültür-sanat olunca, siyasal ve toplumsal gücünün yaygınlığının çok gerisinde bir “dindar” hareketle karşı karşıyayız.
2011’de gösterime giren “Hür Adam” Said Nursi’nin hayatından hikâyeciklerle şekillenen bir film. Dramatik bir bütünlük ve düşünsel bir derinlik oluşturma iddiası varsa bile, bunu başaramamış. Oyuncular genelde ve bariz bir şekilde, neredeyse müsamere düzeyinde bir performansa mahkûm olmuşlar. Said Nursi acıma ve şefkat uyandırma amaçlı basmakalıp melodram teknikleriyle canlandırılınca, çeşitli Yunus Emre canlandırmalarında da tanık olduğumuz ağlayıp sızlanan bir derviş olup çıkmış. Buna karşılık filmin teknik altyapısı ve görüntüler profesyonelce kotarılmış; endüstriyel bir Türkiye sinemasının kurulmasında benim de payım olmalı mesajını veriyor. Fakat bu filmi kurtaramıyor.
Her şeye rağmen Said Nursi’yi sinema perdesine ya da televizyon ekranlarına taşımak bir kazanım olarak kabul edilebilir. Fakat sonuca bakıldığında, filmi destekleyenlerin dahi “iyi olmuş ama…” demeleri kaçınılmaz gibi. DVD kapağının arkasında Said Nursi’nin talebesi beş kişinin film hakkındaki övgülerine yer verilmiş. Bu övgüler ya sahici değil ya da film sanatı üzerine kafa yoran ortalama bir sinemasever olmaktan bile çok uzaktalar.
Hem Said Nursi’yi anlatıp hem de on yıllardır Türkiye’nin başlıca gündemi olan Kürt meselesine değmemek olmaz. Filmde Kürt dili kullanımına cesaretle ve normalleştirme gayretiyle yer verilmiş, yani Said Kürdi gerçekliği en azından dil boyutuyla inkâr edilmemiş. Şeyh Sait isyanı sonrası Kürt sürgünlerinin mahkûm edildikleri hayatın adil olmadığı vurgulanmış. Film Kürtlerin hak arayışına hak vermek gibi bir yönelime sahip olmakla birlikte, iki kırmızı sınır çizgisi belirlenmiş: 1) İsyan etmeyecek ve onlar üzerinize gelseler dahi din kardeşlerinize silah çekmeyeceksiniz, 2) Devlet idaresinin Türk olmasına itiraz etmeyeceksiniz. Bu mesajlar kendisini de isyana çağıran Şeyh Said’in elçisine yanıtını verdiği sahnede veriliyor. İsyanın gerekçelerine değil ama yönteme ve baş olma iddiasına itiraz ediyor.
Kürt meselesinin çözümünde filmi sarıp sarmalayan dramaturjik kuşatmanın sahibi AKP hükümeti mi, insan sormadan edemiyor. İsyan ve silah çekme mevzusu karışıktır. Bugün bilmem kaçıncı Kürt isyanıyla otuz yıldır uğraşan TC tuhaf bir terör örgütü ile karşı karşıya. Hatta yakın zaman önce “terörist elebaşı” Abdullah Öcalan’la açıkça müzakere masasına bile oturuldu. Sonra ne olduysa, TSK bir taraftan, İran ordusu diğer taraftan Kandil’i bombalamaya başladı. Temel anlaşmazlık belli: Devlet PKK’ye affedilen suçlu muamelesini kabul edersen dağdan inmeni ve hayata karışmanı kabul edebilirim diyor; buna karşılık PKK ben bu şekilde inmem, yalnızca silahlı mücadeleyi bırakıp yasal zemini asli hareket alanı olarak kabul edebilirim diyor. Ve mesele dönüp dolaşıp ikinci hususta (devleti kim idare edecek) düğümleniyor. Türk devleti yönetiminde Kürtler mi, yoksa TC devleti yönetimine ortak Kürtler mi?
“Hür Adam” tabii ki Said Nursi’yi çarpıtıyor ve Kürt meselesi söz konusu olduğunda, moda bir deyişle ılımlı İslam’ın değil de ılımlı bir Türk-İslam sentezinin sözcülüğünü yapıyor. Said Nursi’nin örneğin anadilde eğitim gibi, ister istemez Kürtleri devlet idaresine ortak edecek ve yerel özerkliğin resmen yolunu açacak bir talebe fazlalık ya da olmasa da olur demesi mümkün değil. Bunu ümmetçi ve Türk-İslam sentezinden uzak bir İslam anlayışı içinde savunacaktır. Bu anlamda filmi resmen tehlikeli kılan Kürt meselesine yaklaşımı değildir.
Fakat belli ki resmi ideolojinin bazı tabularıyla oynanmış; öyle ki, Kurtuluş Savaşı sonrası Said Nursi’nin Mustafa Kemal’le yaptığı görüşmeyi canlandıran sahne Ankara Başsavcısı’nı harekete geçirmiş. Said Nursi – Mustafa Kemal sahnesinde tabii ki Atatürk’e hakaret bir yana, hakareti ima eden herhangi bir unsur yok. Kurtuluş Savaşı sonrasında memleket için izlenecek yol konusunda ayrılık oluşuyor ve Said Nursi kendisine teklif edilen makam ve ayrıcalıklara rağmen Mustafa Kemal’le yolunu ayırıyor. Kur’an ve şeriatın ana referans kaynağı olmaktan çıkarıldığı Batılı ve laik bir cumhuriyet projesine itiraz ediyor. Sorun şu ki, bu sahnede, Said Nursi Mustafa Kemal’le eşitlenmenin ötesinde, vücut dili bakımından belirgin üstünlük kuruyor. Bu durumun meydana gelmesi için yapılan “buluş” da Said Nursi’nin bir masanın arkasında Cumhuriyet projesine ilişkin ipuçları veren Mustafa Kemal karşısında bacak bacak üstüne atıp rahat tavırlarla konuşması. Bu yetmiyormuş gibi, sahnenin sonunda, Mustafa Kemal’in İslam’a aykırı değişim projesini ima eden sözleri karşısında Said Nursi dehşet ve de hiddete kapılarak odayı terk ediyor. Mustafa Kemal de “Galiba aldık başımıza belayı” dercesine Said Nursi’nin ardından bakakalıyor.
Bu sahnenin Atatürkçü camiada dehşet ve de hiddet uyandırması neredeyse kaçınılmaz. Başsavcının “Hür Adam” hakkında dava açma girişimi de bu kaçınılmazlığın bir sonucu olmalı. Sahnede hukuken sorun kabul edilebilecek açık ya da ima yollu bir jestin varlığından söz etmek mümkün değil. Filmde Said Nursi’nin çektiği eziyet dâhil kötülüklerin kaynağı ve de memleketin kaderini ne yapıp edip biz tayin ederiz diyen derin devletin temsilcileri, soyut ve kim oldukları belli olmayan bir şekilde çiziliyor. Bu anlamda örneğin Mustafa Kemal’i ya da bir başka devlet büyüğünü nereye oturtmamız gerektiği açıkça belirtilmiş değil. Filmin belgesel boyutu sadece emirleri yerine getiren alt düzey bürokrat ve kolluk kuvvetlerini içeriyor.
İslamcı yazarlar arasında da tartışma yaratan bacak bacak üstüne atma jesti elbette inandırıcı bir jest değil. Filmin yapımcısı ve “Sinema asrın ibadetidir” diyen işadamı Mehmet Tanrısever’in patron tavrının Said Nursi’ye yansıtıldığı spekülâsyonu dahi yapılabilir. Baskınlık hissiyatı yaratmak için Said Nursi’nin bacak bacak üstüne atmış şekilde gösterilmesi, içerden oryantalizmin klişe bir uygulaması olarak okunabilir – ki bu filmin tamamına yayılan bir eğilim. Şahsen Said Nursi’nin filmde yer yer bu halde gösterilmesi karşısında tepkim kahkahalarla gülmek oldu; sahne değil, sahneleme gülünç kaçtığı için.
Aslında başsavcının bu şekilde Mustafa Kemal’in ebedi baskınlığını ortadan kaldırma ve Said Nursi’yi üstün gösterme girişimi karşısında sevinmesi gerekir; çünkü sanatsal olarak amacına ulaşamıyor. Ama dert o değil, her ne şekilde olursa olsun Atatürk’ün yüceliğine ilişmeye yeltenmemek gerekiyor. Can Dündar “Mustafa” filminde, melodram yüklü insancıl bir Atatürk anlatısı kurmak isterken Ulu Önder’i yeterince yüceltme eylemini ihmal etmişti. Bu nedenle hakkında dava açılmamış, ama neredeyse Atatürkçülükten aforoz edilesi hallere sürüklenmişti. Can Dündar’ın suçu, tersinden de olsa resmi dramaturjiden kritik bir sapmaya imza atmış olmasıydı.
Said Nursi’nin güncelliğini koruması şaşırtıcı değildir. İslam ve modernleşme mevzusunu açıp da Said Nursi’yi atlamak imkânsızdır. “Hür Adam” el attığı konu bakımından isabetli bir seçim yapmış. Fakat filmin seçici bir şekilde derlenen hikâyeciklerden hareketle ortaya koyduğu şey, reality show kolaycılığını aşan bir yapıt değil. Benzer bir durum, değişen oranlarda Atatürkçü çevreler, sol çevreler ve Kürtçü çevreler için de geçerli. Atatürk, Nazım Hikmet, Deniz Gezmiş ya da Musa Anter gibi kült kişilikler dramatik bir yapı içinde ele alınmak istendiğinde, işler yolunda gitmiyor. Hamasetin alternatifi bol bol melodram klişelerine başvurmak oluyor. Nihayetinde acıma ve şefkat uyandırmaya dayalı arındırma seansları düzenleme güdüsü amacına ulaşamıyor. Niçin böyle? Bu soruyu ayrıca ele almak lazım.
Yorumlar kapatıldı.