Manisa’da Celal Bayar Üniversitesi İktisat Oyuncuları idari bir kararla kulüp faaliyetlerinin durdurulduğunu açıkladıklarında, hiç kuşkusuz tiyatro adına yaşanan kurumsal bir skandalı dillendirmiş oldular. Peki ne olmuş da faaliyetleri durdurulmuş? CBÜ’de tiyatro kulübüne bir danışman hoca bulunamamış, yönetmelik gereği danışman hoca olmadan resmen bir kulüp faaliyet gösteremeyeceğine göre de tiyatro kulübünün faaliyetlerinin durdurulması gerekmiş. Yani kendi resmi yükümlülüğünü yerine getirmeyen üniversite yönetimi hem suçlu hem güçlü olmak gibi bir absürtlüğe imza atmış.
Bu uygulama hakkında “örtüsünü kaldıran faşizm” tespiti yapmak zor değil. Otuz yıl boyunca Türkiye toplumuna deli gömleği giydiren 12 Eylül faşizminin tiyatroyu düşman gören tavrının özellikle metropol kentler dışında hüküm sürdüğünü biliyoruz. Örneğin İstanbul’da birçok üniversitede tiyatroyu süründürme, yeterli yaygınlığa kavuşması önünde engeller çıkarma, toplulukları bencil ve grupçu bir zihniyetle hareket etmeye razı etme, şartlama çabası söz konusuyken, Manisa’daki bir üniversitenin yönetimi çıkıp hem suçlu hem güçlüyü oynayarak tiyatro adına kurumsal bir kazanımı basit bir jestle yok ederim diyebiliyor.
Bu zihniyetin beslendiği politik kaynak toplumsal duyarlılığın yaygın olduğu tiyatronun üzerinden silindir gibi geçmeyi misyon edinmişti. İcraatını aynı zamanda tiyatroyu ahlaksızlık içeren bir eğlence alanı olarak kodlayan yasal düzenlemelere ve bu “ahlaksız” sanata zaman zaman faşizan saldırganlık örgütleyen gerici tepkiselliğe dayanarak meşrulaştırmayı denemişti. 12 Eylül darbesinin ardından üniversitelerin neredeyse tamamında tiyatroları kapatmak ilk yaptığı işler arasındaydı. Orta ve uzun vadede hedefi ise tiyatroyu “terbiye” etmek, devlete ve sermayeye bağımlı hale getirmek, muhalif sanatın yaratıcılığını ve yaygınlığını ortadan kaldırmaktı.
Bir noktayı özenle vurgulamak gerekiyor: Manisa’da Celal Bayar Üniversitesi’nde tiyatroyu var etmek adına yola çıkan İktisat Oyuncuları sansür ve engellemenin ötesinde kapatma gibi doğrudan bitirici bir uygulama ile karşı karşıya. İktisat Oyuncuları’nın öncelikli amaçları haklı olarak üniversitede kurdukları ve birkaç yıldır ayakta tutmayı başardıkları tiyatro kulübünün yeniden açılmasını sağlamak. Burada “başardıkları” gibi sözcük kullanmak gerekiyor; çünkü kapatma skandalının açıkça gösterdiği gibi üniversite yönetimi “Aman bizim öğrencilerin de bir tiyatrosu olsun, olmazsa bu üniversiteye yakışmaz, imajına gölge düşer” gibi yüzeysel bir yaklaşıma bile sahip değil. 12 Eylül faşizminin yıkıcı boyutuna takılıp kalmış – ki bu takılıp kalma halinin tiyatro adına varlık / yokluk ikilemi değil de, hangi biçimlerde yaşatabiliriz tartışmasını sürdüren topluluklarca iyi algılanması gerekiyor. Kapatma süründürme değil, yok etme eylemidir.
Varlık / yokluk ikilemini yaşamayıp şu ya da bu düzeyde sürünmeyi, daha da kötüsü içselleştirilmiş bir denetimi yaşayan tiyatroların kendilerini tuzu kuru hissetmeleri / hissettirilmeleri yanıltıcıdır. İdari faşizm süreklilik içeren kaba bir baskılamayı / yıkıcılığı hedefleyebilir. Türkiye gibi ülkelerde ise bazen açık bazen örtülü, bazen kendisini geri çeken bazen öne çıkaran, bu kaymaların bölgesel ve mevsimlik olabildiği biçimler edinebilir. Bu gerçekliğin anlaşılması için özellikle Kürt sorunu bağlamında yaşanan gelişmeleri takip etmek oldukça öğretici olacaktır. Tiyatro alanındaki sorunlar bu gelişmelerden bağımsız değildir. Sanat ve tiyatro üzerindeki baskıcı yaptırımlar nereye kadar gidebilir sorusunun bir yanıtı yakın zaman önce verilmişti: Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi Batman’da Bahar Kültür Merkezi bünyesinde faaliyet gösteren ve aralarında tiyatrocuların da olduğu 13 sanatçıya 5 yıl sanat yapma yasağı koymuştu – Kürt coğrafyası apaçık faşizmin coğrafyası ne de olsa.
Tiyatrolar üzerindeki sansürcü, engelleyici, hatta kapatmaya ve insanlara sanat yapma yasağı koymaya varan baskı biçimleri karşısında nasıl bir pozisyon alınacağı her sezonun yakıcı bir meselesi. Bu konuda genelde iyi sınav veremiyoruz. Bir sorun çıktığında elini taşın altına koyanlar, sorunu gidip yerinde değerlendirenler, açıklamalarıyla belli bir kamuoyu baskısı yaratan kişi ve örgütler ortaya çıkabiliyor. Fakat 2009-2010 sezonunda tiyatro alanında dayanışma ve örgütlü hareket etme kültürünü yaratmak / yaygın kılmak, hak ve özgürlükler temelinde kararlı öncü yapıları inşa etmek için düzenlenen birçok etkinlikte, tiyatro camiasının oldukça sorunlu olduğunu tespit etmek zor olmadı. Bu nedenle, tiyatro alanında istikrar içeren yapıcı ve mücadeleci bir muhalefetin ancak tiyatrocu genç kuşaklar eliyle örgütlenebileceğini düşünenlerdenim. Tiyatronun deneyimli kuşakları tekrar tekrar sınıfta kalmakta, apolitikacılıktan demokrasi özürlü yüksek siyaset alıştırmalarına uzanan bir dağıtıcılığın, hak ve özgürlükler konusunda belirgin eksen kaymalarının temsilcileri haline gelmektedirler. “Eski” kuşaklar düzeyinde istisnaların buluşmasından doğacak makul ve vicdan sahibi istikrarlı bir hareketlenmenin ötesinde ciddi bir kazanım elde edilebileceğini sanmıyorum – ki deneyimlerimiz bu olasılığın bile oldukça düşük seyrettiğini göstermektedir.
Mesele elbette ki basitçe eski kuşakların yerine yenilerini ikame etmek ya da bayrağı devretmek değil. Gençlik popülizmine düşmek anlamsız ve gerçek dışı bir yaklaşım olacaktır. Özellikle bu popülizm deneyimli kuşaklar tarafından yapılıyorsa şüpheciliği arttırmakta fayda var. Genç kuşaklar “eski” kuşaklarla iç içe ve birlikte, hatta çoğu zaman bağımlı, dolayısıyla tiyatro camiasında örgütlü dayanışma kültürünün altını oyan ucuzlukların kolaylıkla içine çekildikleri bir çerçeve içinde iş görmektedir. Buna karşılık genç kuşakların içine sürüklendikleri / içine düştükleri bu kültüre karşı direnç örgütleyebildiklerini, hatta onun da ötesinde sağlam bir politik etik örgütleyebildiklerini gösteren veriler fazla değildir.
Fakat yenilenme potansiyeline esas olarak genç kuşakların sahip olduğunu sosyolojik olarak tespit etmek gerekir. Manisa’da Celal Bayar Üniversitesi’nde tiyatro kapatma yaptırımının teşhir edilmesi, kulübün yeniden açılmasının talep edilmesi, katılıma açık bir imza kampanyası düzenlenmesi, çeşitli şenliklerde buluşan toplulukların bu kampanyaya destek vermeleri örgütlü dayanışma kültürünün gençlik düzeyinde cereyan eden umut verici bir görünümüdür.
Üyesi olduğum Türkiye Tiyatrolar Birliği’nde düzenli olarak özerk ve mümkünse ortaöğrenim tiyatrosuyla da ilişkili bir üniversite tiyatroları örgütlenmesine / platformuna ihtiyaç olduğunu ileri sürdüğümde, dönemsel olarak kuşaklararası ilişkiden doğacak etkili bir hak ve özgürlükler dinamizmine pek inanmıyor olmamın etkisi büyük kuşkusuz. Fakat bu yaklaşımım belki bir vurgu abartısına / hatasına neden olabilir; doğrusu da tiyatro gençliğinin festival organizatörleri olmanın ötesine geçip örgütlenmesi, mücadelesini hem özerkleştirmesi hem de tiyatronun geneliyle ilişkilendirmesidir. Tiyatronun “eskileri” zaten örgütleri ya da örgütsüzlükleri aracılığıyla ne yapıp yapamayacaklarını ortaya koyuyorlar.
Yorumlar kapatıldı.