Orhan Aydın “Kifayet” adlı yazısında bir soru sormuş: “Alanlara çıkan, hak arayan insanlık sanat alanlarından yeterli desteği görebiliyor mu?” Bence bu yanlış soru. Alanlara çıkan, hak arayan insanlık sanat alanlarına yeterli desteği verebiliyor mu? Doğru soru bu, çünkü sanat alanlarında ciddi ve tutarlı bir hak arayışının olduğunu savunmak imkânsız.
Cesaretle alanlarda hak arayan insanlık şunu söylemeli: Ey sanat insanları! Biz alanlara çıktığımızda biraz kıpırdar gibi oluyorsunuz, bazen yanımıza gelip misafirimiz oluyor ve destek mesajlarınızı da iletiyorsunuz. Fakat iş haklarınızla ilgilenmeye geldiğinde acizleri oynuyorsunuz. Acaba sizlere nasıl bir yardımımız dokunabilir? Mesela bazı festivallerinize konuk olup sizler için hak arama atölyeleri düzenlesek bir faydası dokunur mu?
Bunları yazarken dalga geçmek istediğim düşünülebilir. Fakat niyetim bu değil. Gerçekten de böyle düşünüyorum. Hak arama mücadelesinde sanat alanlarının verebileceği pek bir ders yok; ama alması gereken epeyce bir ders var. Yani asıl kifayetsizlik burada.
Tekel işçilerine dayanışma ziyaretleri düzenlendiğinde, sanatçıların hak arama mücadelesi eğitimlerine destek verip veremeyecekleri de sorulsa pek güzel olurdu. Danıştay devreye girmese, AKP hükümetinin Tekel işçilerinin elinde perişanları oynayacağı şüphesizdi. İşçilerin yasal kazanımı (Danıştay’ın işçi haklarını yerle bir eden 4/C’ye geçiş için 30 günlük süre tanıyan yürütmeyi durdurma kararı) adeta AKP’ye can simidi oldu. Ezilenlerin zekâsını küçümsememek lazım: Var olan sendikal yapıları da değişime, kelimenin gerçek anlamında ezilenlerin sesi olmaya zorluyorlar. Demek ki aydınlatmak aydınların tekelinde olacak diye bir şey yok. Her ne kadar kurulu düzen imtiyazlı bir aydın tabakası yaratma konusunda oldukça kararlı ve ayartıcı olsa da, ezilenlerin yeri geldiğinde aydınlardan daha aydınlık olmadıklarını iddia etmek yanlış olur.
Kendi alanımıza bakalım. Tiyatromuzun kronikleşmiş bir örgütsel geriliği yaşadığını, hak arama mücadelesi için gerekli örgütlü yapıların kurulamadığını, bazen kurulur gibi olsa da ayrıştırıcı, likide edici “küçük burjuva” hezeyanların düzenli olarak galebe çaldığını bilmiyor muyuz? Kendi hak arama mücadelesini ciddiye almayanların gidip alanlarda ezilenlerle dayanışma iddiasında bulunması, her nedense bana anarşizmin marksizme dönük çok haklı bazı uyarılarını hatırlatıyor. Ezilenler ve modern zamanlarda ezilenlerin öncüsü olduğu varsayılan işçi sınıfı adına iktidar talep edenler sakın seçkinci ve popülist “küçük burjuva” bir hizbin temsilcileri olmasınlar?
Öte yandan Orhan Aydın’ın aydınlara dönük şiddetli siteminde haklı bir yan olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Dışsal uyarıcılar olmadan harekete geçmekte zorlanıyorlar. Niçin böyle olduğunu anlamaya çalışırken, sınıf tanımlamalarımızda gerçekçi olmalıyız. Tiyatro alanında, üst orta sınıftan alt orta sınıfa, oradan da işsizlik ve yer yer sefalete uzanabilen bir sınıfsallıktan söz etmek mümkün. Ezilenlere yaklaşmak ve hak arayan insanlığı desteklemek için, “sanat emekçisi” kimliğini benimsemek kritik bir yerde duruyor. Tabii bir de dönüp tiyatronun hak arama mücadelesini şekillendirmek, hak arayan insanlığa dâhil olma başarısı gösterebilmek gerekiyor. Hâlâ bu olmuyorsa, o zaman anarşizmin uyarılarına hak vermekten başka çare yok. Söz konusu olan, ezilenleri daha iyi yönetme iddiasına sahip bir “küçük burjuva” hizbidir. Ayrıca, bu hizbin kendi arasında parçalı ve rekabete dayalı bir ilişkiler ağına sahip olduğunu unutmamak gerekir – ki bu ayrı bir insanlık komedyasıdır.
Bugün sanat alanlarındaki muhalefeti, ayrışma eğilimi daha kuvvetli iki akım temsil ediyor. Birincisi “Atatürkçü sol” diyebileceğimiz, devlet destekli olmaya şartlanmış ve devlet içinde verilen iktidar kavgasında anti-AKP çizgide konumlanan, CHP ve MHP karşısında açıkça ya da örtülü bir şekilde munis ya da sessiz tavırlar sergileyen akımdır. İkincisi, Kürt meselesine vurgu yapan ve barış hareketini inşa etme iddiasına sahip, bir bütün olarak devletin reforma (sosyal liberalizme) tabi tutulmasını savunan, çok daha geniş bir siyasi-toplumsal yelpazeyi kapsama eğilimindeki akımdır. Her iki akım da orta sınıf tabanlıdır ve ezilenlere yaklaşma, onların da haklarını savunma, yan yana gelme iddiasındadır.
Bu durum karşısında benim tavrım bilinmektedir. Bu iki akım arasında diyalog ve dayanışma ilişkisinin geliştirilmesi gerektiğini, aksi takdirde örgütlü tiyatro sürecinin işletilmesinin (hak arama mücadelesinin) zora gireceğini savunmaktayım. Buna karşılık sanat alanlarında cepheleşmeyi çözüm olarak görenler ve buna “sınıf” kılıfı uyduranlar da var. Fakat “küçük burjuva” hizip tavrının ve ezilenler üzerine / adına ahkâm kesmelerin süreci baltalamaktan başka bir işe yaramadığını görüyor ve yaşıyoruz. Teatral terimlerle, sanatsal muhalefet içinde orta sınıf absürdizmi ve fraksiyonculuğu ciddi bir eğilim olmayı sürdürüyor.
Bu durum neredeyse absürdizmin evrensellik iddiasını haklı çıkaran bir açmaz doğurmakla birlikte, daha kapsamlı çözümlemelere ihtiyacı zorlamak gibi pozitif bir etki de üretiyor. Ben zaman zaman dönemsel olarak tiyatro alanından anahtarı elinde tutan dinamiğin Kürt tiyatrosu olduğunu ima eden düşüncelerimi ifade ettim. Fakat bunları çok açmadım. Kürt meselesi toplumsal çelişkilerin had safhada yoğunlaştığı bir olgu olarak değil de etnik indirgemeci bir yaklaşımla ele alındığında, Türkiye tiyatrosu üzerindeki etkileri de indirgemeci olmuştur. ‘Kürt Halk Hareketi + İşçi Hareketi’ gibi daha iyi niyetli ve uzlaştırıcı formüllerin yanıltıcılığı da kendi iç çelişkilerini taşıma yeteneğine sahip bütünlüklü toplumsal stratejilerin geliştirilmesi önünde engeldir.
Umarım bu konuyu ele almayı düşündüğüm yazı daha açıklayıcı bir içerik edinebilir. Kifayete ermek için ihtirasın yönünü doğru tayin etmeye çalışmak lazım. Aksi takdirde, kifayetsiz muhterisler haline gelmek, yalanı gerçekliğin vekili haline getirmeyi alışkanlık haline getirmek var.
Yorumlar kapatıldı.