“Kürt tiyatrosu mu, Kürtçe tiyatro mu demek lazım?” sorusunun sorulduğunu ve tartışıldığını biliyorum. Bu sorunun yanıtı, bir yanıyla “Türkiyeli” ya da “Türkiye tiyatrosu” kelimelerinden ne anladığımıza bağlıdır. Peşinen belirtmek lazım: Türk tiyatrosu varsa, mecburen Kürt tiyatrosu da olacaktır. Kültürel çoğulcu bir kavrayışla Türkiye tiyatrosu tanımı geliştirilmediği, egemen kılınmadığı sürece, birbirinden ayrı etnik ya da milli adlandırmalara başvurmak kaçınılmazdır.
Ben birçok yazımda “Kürtçe tiyatro” ya da “Kürtçe tiyatro bölgesi” gibi laflar ediyorum, tutarlı olmak için de “Türk tiyatrosu” değil, “Türkiye tiyatrosu” diyorum. Yani kendime göre, bu topraklarda yapılan tiyatroya kültürel çoğulcu bir içerik kazandırıyorum. Yalnız değilim. Samimi bir şekilde bu topraklarda kültürel çoğulcu perspektifi çözüm gibi görenler var. Pekiyi öyleyse, niçin bu yazının başlığında “Kürt tiyatrosu” demek gibi bir tutarsızlığa kasıtlı bir şekilde imza atıyorum?
Anlatmaya çalışayım:
17 Mart’da Kültür Sanat-Sen’in Beyoğlu’ndaki bürosunda, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nü birleşmiş bir güç halinde nasıl kutlayacağımızı ele alan bir toplantı yaptık. Sayıca çok olmasa da çeşitli örgüt ve topluluk temsilcileri oradaydı. Baktım, yine Türk tiyatrosu lafları havada uçuşuyor. Bu yetmezmiş gibi bir de sınıf mı önce gelir etnisite mi türünden bir tartışma başladı başlayacak. Destar Tiyatro’dan Mirza Metin de orada; asimilasyondan filan söz açınca ortalık durulur gibi oldu. Neyse bunu atlattık dedim içimden.
Aradan bir gün geçti, bir baktım bizim Türkiye Tiyatrolar Birliği’nde Tekel işçileri, Tariş işçileri… niçin yeterli ilgi örgütlenemiyor tartışmaları başlar gibi olmuş. Bu arada Newroz haftasına çoktan girilmiş; esamesi bile okunmuyor.
Bu tip durumlarda ben sinirlerimi yatıştırmak için yasaklı bir site olan Kürdistan Post’a kapağı atıp Hasan Bildirici ne yazmış diye bakıyorum. Kendisi aynı zamanda değerli bir romancıdır ve Türkçe yazar. Çok küçükken kaybettiği annesi Kürt, babası Türk’tür. Kürdistani bir yazar kimliğine sahip olduğunu söyler. Kendisi Avrupa’da sürgün hayatı yaşamaktadır. Birçok yazısı acı, öfke ve alayla yoğrulmuştur. İster ağlar, ister gülersiniz. Okuduğum son yazısı da böyleydi. “Ölümüne Diyar, Alayına İsyan” pankartı açan, Diyarbakırspor taraftarlarını konu almış.
Hasan Bildirici sosyalist damarı güçlü ve ezilenlerle empatisi düzenli olarak tavana vuran bir yazardır. Fakat had safhada isyana meyilli Kürt ezilenlerini tahlil ederken onlara bir sınıf elbisesi giydirmeyi başaramamış. Bunun yerine gayet gerçekçi bir yaklaşımla şöyle bir tespit yapma gereği duymuş: “Yüzyıldır vahşet rejimi altında yaşayan Kürtler artık barbarlık evresine girmiş bulunuyor.”
Tarihte “barbar” diyebileceğimiz bir toplumsal sınıf yok. Köle sınıfı var, köylü sınıfı var, işçi sınıfı var… Ama “barbar” diye bir sınıf yok. Dolayısıyla isyancı Kürt ezilenleri açısından sınıfın önceliği diye bir sorun da yok. Sınıf olmak için önce bir insanın toplumsal kimlik edinmesi gerekiyor. Toplumsal kimlik edinmenin çeşitli koşulları var. Örneğin çocukluğun erken evrelerinde dil dünyasına girip yaratıcı dil yeteneğini serbestçe kullanabilmek gerekiyor. Yani işçi de olsanız burjuva da, önce insan olmanız ve insan olmanın bir gereği olarak toplumsal bir kimlik edinmeniz gerekiyor.
Kürtlerin verdiği mücadele sınıf mücadelesinden önce insan olma mücadelesidir. Sınıfın önceliğini tartışma mevzusu yapanların bir türlü anlayamadıkları budur. Hem teoride, hem pratikte yanılmayı sürdürüyorlar. Bu nedenle Kürt ezilenlerinin hal ve gidişatına bakıyor, bakıyor ama nelerin olup bittiğine bir türlü anlam veremiyorlar. Oysa Kürtleri çok iyi tanıyan Hasan Bildirici hemen koymuş teşhisi: Kürtler artık barbarlık evresine geçmiş bulunuyor. “Ölümüne Diyar, Alayına İsyan” pankartı da Kürt barbarlığının özlü bir ifadesi.
Kürt tiyatrosuna gelecek olursak:
Evet, Türk tiyatrosu kendisini var ettikçe, Kürt tiyatrosu da kendisini var etmeye çalışacaktır. Dikkat çekmek isterim, “var edecektir” demiyorum, “var etmeye çalışacaktır” diyorum. Bu çalışma hali Kürtlerin insanlaşma, toplumsal kimlik edinme mücadelesinde henüz kritik eşiği geçememiş olmalarından kaynaklanıyor. Yüz yıldır süren vahşet rejiminin bir sonucu bu. Eğer geçiş Türkiye sınırları içinde gerçekleşir ise, Kürt tiyatrosu Kürtçe tiyatro olacaktır, yok eğer Kürt barbarlığı “Artık yeter! Sizinle işimiz kalmadı” deyip bir şekilde Kürdistan’ı alıp gider ise, Kürt tiyatrosu kendisini var etmeye çalışmakla kalmayacak, var edecektir.
Kürt tiyatrosu hakkında en açık sözlü önermeleri Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin dile getiriyor. Tamam diyor, Kürtçe tiyatroya sahnelerimizi iyi kötü açabiliriz, ama Kürtçe oyunları repertuarımıza alıp oynamayız, bu işin eğitimi, donanımı lazım diyor. Çok doğru söylüyor. Yalnız şöyle bir sorun var: Barbarlar dans eder, şarkı söyler, anlatırlar. Tiyatronun bazı nüvelerini içinde barındıran gösteriler de yaparlar. Ama tiyatro yaptıkları görülmemiştir. Yani Kürtlerin barbarlık aşmasından başka bir aşamaya geçmeleri gerekiyor. Bu da vahşet rejimiyle, başlar başlamaz kapanım halini alan açılımlarla olmuyor, olamıyor.
Kürt tiyatrosunu var etme çalışmaları bir ön hazırlıktır. Kurumsal temelleri yirmi yıl kadar önce Mezopotamya Kültür Merkezi’nde atılır gibi olmuştur. Her şeye rağmen, düşe kalka yoluna devam etmektedir. Kürt tiyatrosu mu olacak Kürtçe tiyatro mu? Bu yanıtı hâlâ verilemeyen bir sorudur. Artık barbarlık aşamasına geçmiş Kürt ezilenlerinin hal ve gidişatını hesaba katmadan yanıt vermenin imkânı yoktur.
Yorumlar kapatıldı.