23 Mayıs’ta Boğaziçi Üniversitesi’nde Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri kapsamında düzenlenen ve Beki L. Bahar tiyatrosunun ele alındığı panele konuşmacı olarak katılmadan önce, yazarın okuduğum oyunları üzerine bir kez daha düşünme fırsatı buldum. Hitit Kraliçesi Pudu-Hepa’yı konu alan “Ölümsüz Kullar” hakkında kısa bir değerlendirmeyi geçen yıl yapmış ve internet ortamında dolaşıma sokmuştum. Aynı yıl “Alabora” ve “Demokles’in Kılıcı”nı, birkaç ay önce ise “Senyora – Grasya Nasi”yi okudum.
Beki L. Bahar aynı zamanda tarih çalışmalarıyla tanınan bir yazar. Yazarın tarih bilgisini kullanarak yazdığı oyunların, tarihe meraklı birisi olarak fazlasıyla ilgimi çektiğini söylemem lazım. Yazarın bu türden oyunları arasında yer alan “Senyora – Grasya Nasi” sayesinde, Yahudi kültürü ve tarihi hakkında bilgilenme ihtiyacı duyduğumu itiraf etmeliyim.
1492’de İspanya Krallığının ve Engizisyon’un Yahudi halkına karşı dinsel / etnik temizlik kampanyası açtığını, bu nedenle Osmanlı topraklarının bir çeşit güvenli sığınağa dönüştüğünü, Avrupa’da Engizisyon’un rahat yüzü göstermediği İspanyol Sefarad Yahudilerinin kitleler halinde Osmanlı topraklarına göç ettiğini biliriz. Fakat o dönemde sürgünü ve çeşitli biçimleriyle dinsel / etnik temizliği yaşayan Yahudi halkının bir direniş hareketi örgütlediğini, bu hareketin bir amacının da Osmanlı Hanedanlığının izniyle Filistin’de güven içinde yaşayabilecekleri bir yurt edinmek olduğunu pek bilmeyiz – ki bu olguyu Siyonizm hareketinin başlangıcı olarak kabul eden yorumcular vardır.
Kendi adıma, bir dönem bu harekete liderlik eden kişinin Marrano bir kadın olduğunu ve İstanbul’da halk tarafından gayri resmi Yahudi kraliçesi gibi algılandığını, “Senyora – Grasya Nasi”yi okurken öğrendim. Marranolar zorla Hıristiyanlığın kabul ettirildiği Sefarad Yahudileridir ve Osmanlı topraklarından başka, kitleler halinde göç ettikleri Portekiz de onlar için güvenli bir sığınak olmuştur. Fakat Yahudi kimliğini tanıyan ve cemaatin belli bir özerkliğe sahip olmasına izin veren Osmanlı’dan farklı olarak, Portekiz’e yerleşmeleri karşılığında Yahudi kimliklerini tamamen terk etmeleri, asimilasyonu kabul etmeleri istenmiştir. Çok geçmeden, İspanya ve Papalığın / Engizisyon’un baskısıyla asimilasyon siyaseti yerini dinsel ve etnik temizliğe bırakacaktır.
Oyun, Portekiz’e yerleşen Marrano bir ailenin üyesi olan Grasya Nasi’nin (Hıristiyan kimliği taşırken kullanılan adıyla Beatriçe de Luna’nın), gizli Yahudiliği terk etme ve Hıristiyan kimliğini benimseyip entegre olma yanlısıyken, nasıl Yahudi halkının kurtuluşu davasına adanmış bir kişiliğe / lidere dönüştüğünü gösterir. Lider olarak Grasya Nasi’nin bir başarı hikayesi yazdığını iddia etmek güçtür: Yıllar sonra yerleşeceği İstanbul’da, Engizisyon’un ve Papalığın Yahudi halkına zulmünü durdurmak için ses getiren ve beklenmedik bir ticari boykot örgütleyecek, ama boykot Yahudi zengin ve ruhban sınıfların basiretsizliği nedeniyle kırılacak, eş zamanlı olarak hayati nitelikteki yurt edinme projesi önemsizleştirilecektir. Daha sonra, Grasya Nasi özerk bir Yahudi yurdu olarak inşa etmek istediği ve zamanımızda İsrail sınırları içinde bulunan Tiberya’ya gitmek üzere hazırlık yaparken, hayal kırıklığı içinde vefat edecektir.
Grasya Nasi’nin başarısızlığı sadece kişisel bir hayal kırıklığını değil, Yahudi halkı adına bir trajediyi ima eder: Sabırla sürdürülen örgütlü direniş sıçrama kaydederek Yahudi karşıtlığını baskı altına alma ve güvenli bir yurt inşa etme – toprağa bağlanma – aşamasına geçemez. Bunun bedeli düzenli olarak ödenecektir; öyle ki, İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler, işbirlikçileriyle beraber hareket ederek Yahudi halkının kökünü kurutma (“Nihai Çözüm”) kampanyasını sistemli hale getirmiş, küresel ölçeğe yaymaya çalışmış ve milyonlarca Yahudi katledilmiştir.
Oyunda Yahudi halkının Filistin’de yurt edinme davasının bencil, karşı ırkçılık içeren bir Siyonist sunumunun yapılmadığına dikkat etmek gerekir. Grasya Nasi’ye, bu davanın baskı altında ve acı çeken tüm halkların özgürleşmesine hizmet edeceği söyletilir. Yine, dinler ve halklar arasında ayrımcılık yapmayan, özgürlükleri garanti altına alan adil bir düzene ihtiyaç vurgulanır. Bu anlamda, karşılaştırmalı bir bakış açısıyla, insani bakımdan Osmanlı’nın Hıristiyan Avrupa’nın çok ilerisinde olduğu vurgulanır. Grasya Nasi’nin “Siyonizmi”, soykırım tehdidi altında yaşayan ve düzenli olarak dinsel / etnik temizliğe uğrayan bir halkın yurt edinme ihtiyacı ve hakkı ile ilgilidir.
Oyunun biyografik boyutuna odaklanacak olursak: Grasya Nasi’nin hayat hikâyesinin Yahudi halkının kaderini derin bir şekilde etkileyen tarihsel olaylara paralel ve iç içe (nedensel bir ilişki içinde) ele alındığını belirtmek gerekir. Biyografik kesitler zamansal olarak sıçramalı bir şekilde kurgulanmaktadır. Örneğin Grasya Nasi’nin asimilasyon (Yahudilikten kopuş ve Hıristiyan kimliğini içselleştirme) savunusunun geçersizleşmesi iki aşamada gerçekleşir:
Birinci aşamada, Grasya Nasi flört ettiği şövalyenin kendisine iltifatlar yağdırırken Yahudi ve Müslüman karşıtı ırkçı bir söylem kurması karşısında, hesaplanmamış bir tepkiyle Yahudi kimliğini açığa vuracak ve bunu bir meydan okuma tavrıyla yapacaktır. Ardından dinsel kimliği ile ilgili yaşadığı buhranı gösteren sahnede Yahudi kimliğinden kopamadığı gösterilir. Bu olayın hemen öncesinde abisi Doktor Miguez De Luna’nın kendisini baharat tekelini yöneten ve Portekiz sarayında etkili bir isim olan, aynı zamanda gizli Yahudi direniş örgütünün önde gelen isimlerinden Françesko Mendes ile evlenmesi isteğine olumsuz yanıt vermiştir. Şövalye hem özgür bir aşk hikâyesini hem de asimilasyonu ima ederken, Françesko Mendes ile yapılacak evlilik geleneğe bağlılığı ve gizli Yahudi kimliğine dönüşü ima eder. Fakat ırkçı değişken, aşka yapılan yatırımın niteliğini ve yönünü tayin edecektir: Yahudi kimliğini ifşa etmesi nedeniyle ölümle cezalandırılması gündeme geldiğinde onu kurtaracak olan, saraydaki nüfuzunu kullanan ve Hıristiyanlığını kanıtlamak üzere kilisede zaman geçirmeksizin Grasya Nasi ile evlenen Françesko Mendes olacaktır.
Bununla birlikte, Grasya Nasi Hıristiyanlığı samimi bir şekilde benimseyen Marranoların Portekiz’de rahat bir yaşam süreceğine dair inancını katı bir şekilde savunmayı bıraksa da, tamamen terk etmez. Ne de olsa şövalyeye meydan okuyan ve bastırdığı Yahudi kimliğini kontrolsüz bir şekilde ifşa eden kendisi olmuştur. Portekiz’de ırkçılığın bir kampanya halini alıp almayacağına ilişkin net bir şey söylemek mümkün değil gibi görünür. Öte yandan, abisinin gizli bir şekilde Yahudiliğin korunması, hatta yeri geldiğinde şiddetin (örneğin aralarına sızmış muhbir ve provokatör bir Marranonun gizli Yahudi direniş örgütünün militanları tarafından öldürülmesinin) meşru kabul edilmesi gerektiği görüşünü peşinen reddetmenin kolay olmadığını bizzat tecrübe etmiştir.
Yahudi kimliğine dönüş adına çok daha kritik ikinci vaka, aradan altı yıl geçtikten sonra, Lizbon’da yaşanan bir depremin hemen ardından gerçekleştirilen Yahudi katliamının kurbanları arasına abisi Doktor Miguez de Luna’nın da girmesidir. Katliam, depremin Marranoların sürdürdükleri gizli Yahudiliğe (kafirliğe) ses çıkarılmamasından kaynaklandığı ve Tanrının da halkı cezalandırdığı şeklindeki kışkırtmalar sonucunda yaşanır. Doktor Miguez de Luna, depremde yaralananları kurtarmak ve tedavi etmek için evden çıkmış, ama sorumluluk içeren bu insani jestinin karşılığı Yahudilik ve büyücülükle suçlanarak katledilmek olmuştur. Bu olaydan sonra, Grasya Nasi abisi ve kocasının izlediği yola aktif / adanmış olarak girmeye karar verecektir. Asimilasyon ve entegrasyon yoluyla, Marranoların Portekiz’de huzurlu bir yaşam sürebilecekleri düşüncesinin temelleri çökmüştür.
Tarihsel olarak bu olaylar, Portekiz Krallığının asimilasyon projesinin iflas etmesine ve Engizisyon’un soykırımcı siyasetinin canlanmasına işaret eder. Portekiz’de dinsel / etnik temizlik olağan bir karakter edinecek, rüşvetle satın alınan (Yahudi toplumunu gayri resmi bir şekilde haraca bağlayan) Papalık ise Engizisyon kılıcını muhafaza etmekten vazgeçmeyecektir. Bu gelişmelere bağlı olarak, Marranolar arasında cereyan eden Yahudi kimliği gizlice sürdürülmeli mi, yoksa asimilasyon kurtuluş mu tartışmasında hangi tarafın haklı olduğu açıkça belli olur.
Grasya Nasi’nin dönemsel olarak Yahudi direniş hareketinin lideri haline gelmesi, okuyan, araştıran, boyun eğmeyen, en kötü zamanlarında bile hayal kırıklığına ve buhrana teslim olmayan bir kişiliğe sahip olmasıyla doğrudan ilgilidir. Yine, abisi Doktor Miguez De Luna’nın Yahudi direniş hareketinin önde gelen isimlerinden birisi olması ve hayatını kurtaran Françesko Mendes ile sevgi ve güvene dayalı evliliği, sıra dışı bir kadın olarak onu Marrano seçkinleri arasına dâhil eder. Geleneğe uygun bir şekilde evinin kadını ya da aile serveti sayesinde gününü gün eden birisi olmaz; kocası ve kayınbiraderi Diego Mendes ile birlikte baharat tekelini yönetmeye başlar. Eşi ve sonrasında kayınbiraderi vefat ettiğinde ise, Yahudi direniş hareketine bağlılığını sürdürerek aile servetini tek başına yönetir.
Grasya Nasi’nin, rüşvetle Engizisyon’u Yahudilerden uzak tutmaya çalışma, katliam tehdidi altında yaşayan Yahudileri daha güvenli bölgelere taşıma ve yoksullara yardım etmenin ötesine geçerek direniş hareketini bir kurtuluş hareketi haline getirme düşüncesi, Yahudi tarihinde onu istisnai ve basiret sahibi bir konuma yerleştirir. İtalya Ancona’da yeni bir Yahudi katliamı başladığında, Engizisyon ve Papalığın geri adım atmasını hedefleyen ticari boykot ve Osmanlı Hanedanı (Kanuni Sultan Süleyman) ile anlaşarak geliştirilen Tiberya Projesi, bir bütün olarak Yahudilerin kurtuluş davası etrafında kenetlenecekleri / kenetlenmeleri gerektiği inancına dayanır. Bu noktada oyun, Yahudi halkının iç çelişkilerini, özellikle seçkin sınıfların basiretsizliğini ve günlük çıkarlarını ön planda tutmasını eleştirir.
Bu eleştiri yapılırken, Grasya Nasi’nin kızkardeşi Brianda de Luna’nın ihanet sayılabilecek çeşitli jestleri de sorunsallaştırılır. Brianda de Luna Grasya Nasi’nin kayınbiraderi Diego Mendes ile evlenmiş, kocası vefat ettikten sonra tatmin edici (gününü gün etmesini sağlayan) bir gelirden yararlanmasına rağmen, Mendes ailesinin servetini yönetme yetkisinin ablasında olmasını kabullenememiştir. Venedik’te yaşarlarken Grasya Nasi’yi Yahudiliği gizlice sürdürüyor ve Osmanlı ülkesine göç edecek diyerek Engizisyon’a ihbar edecek ve Fransa Kralı’ndan Mendes’lere olan borcunu kendisine ödemesini isteyecektir. Bunun üzerine, Fransa Kralı borcundan kurtulmak için onu Engizisyon’a ihbar edecektir.
Engizisyon’un eline düşen aileyi Kanuni Sultan Süleyman’ın yolladığı bir görevli kurtarır. Başına gelenlere rağmen Brianda de Luna aile servetinin yönetimini ablasının elinden almak için uğraşmayı bırakmaz. Kocası Diego Mendes’ten kalan payın kendisine iadesi için, İstanbul’da Yahudi cemaatinin yargı organı Beyt-Din’e başvurur. Fakat Beyt-Din işi biraz da kitabına uydurarak aile servetinin yönetimini Grasya Nasi’ye bırakır. Böylece, Mendes ailesinin servetinin Yahudi toplumunun hizmetinde olması garanti altına alınır.
Bu noktada hukukun şekilci / kuralcı uygulanması yerine, etik seçenekler arasında tercihte bulunma ilkesinin devreye girmesi, bu anlamda çözülmesi gereken bir bulmaca yaratması ilgi çekicidir. Hukuki bir meseleyi kitabına uydurmak etik değildir, fakat servetin yanlış yönetimini / kullanımını desteklemek de etik değildir. Tercih ikincisi lehine yapılır ve kurala aykırı ya da hukuki çerçeveyi zorlayan bir içtihat geliştirilir. Oyun Grasya Nasi’nin lehine görüş sahibi olmamızı sağlayacak şekilde meseleyi ele alır. Servetin halkın, ezilenin yararına kullananın yönetiminde olması doğrudur. Brianda de Luna bireysel olarak mağdur edilmediği için, bu doğru daha da pekişir ve kesinlik kazanır. Beyt-Din politik değişkenleri de göz önüne alarak bir karar vermiştir: Grasya Nasi’nin halk nezdinde saygınlığı ve Osmanlı Hanedanıyla iyi ilişkileri göz ardı edilebilecek cinsten değildir.
“Senyora – Grasya Nasi”de, Brianda de Luna’nın kabaca “hain, sorumsuz ve hırsı aklının önünde kızkardeş” olarak sunulmadığını belirtmek gerekir. Ablasına beslediği hıncın nedenleri vardır: Birincisi, Grasya Nasi gençliğinde şövalye ile flört ederken Yahudi kimliğini ifşa etmesi ile yaşanan skandal, dolaylı olarak Brianda de Luna’nın da damgalanmasına neden olmuş ve evlenip kendi aile hayatını kurmasında zorluklar yaşamıştır. İkincisi ve daha önemlisi: Grasya Nasi kocasının ölümünden sonra, Brianda de Luna’nın kayınbiraderi Diego Mendes’le evlenmesini sağlayarak kız kardeşinin mutluluğu adına özverili bir adım atmış gibi görünür. Oysa ölümünün artık yaklaştığını hisseden Françesko Mendes, Grasya Nasi’den kardeşiyle evlenmesini istemiş, Diego Mendes de şekilci ve aşka dayanmayan bir evlilik projesinin ötesinde, gerçekten de Grasya Nasi’ye aşık olmuştur. Bu aşk karşılıksız değildir; fakat Grasya Nasi kız kardeşine karşı suçluluk hissettiği için Diego Mendes’in evlilik teklifini reddetmiş, kız kardeşiyle evlenmesi için ısrarcı olmuştur. Bu evlilik gerçekleşir; Brianda de Luna başlangıçta kocası ile ablası arasında bastırılmış bir aşk olduğunu fark etmez; fark ettiğinde ise ablasına karşı büyüyen bir hınç duygusuna kapılır. Kocası Diego Mendes’in vasiyetine uygun olduğu ve maddi hiçbir sıkıntı yaşamadığı halde, aile servetinin tamamının ablası tarafından yönetilmesine rıza göstermez ve bunu bir aşağılanma olarak görür.
Grasya Nasi’nin kocasının ölümünden sonra, ona rağmen aldığı kararlar (Diego Mendes’in evlilik teklifini reddetmesi ve kız kardeşiyle evlenmesini istemesi) yanlış görünmekle birlikte, fiili Yahudi Kraliçesi (kadın lider) haline gelmesinde belirleyicidir. Kişisel ve etrafına da yaydığı mutsuzluk, halkın mutluluğunu sağlamaya çalışmanın bir bedelidir. Bu noktada, bir parantez açarak Grasya Nasi ile “Ölümsüz Kullar”daki Hitit Kraliçesi Pudu-Hepa arasındaki karakteristik benzerliklerin dikkat çekici olduğunu belirtmekte fayda var. Özveri ve halka adanmışlıktan kaynaklanan mutsuzluk, yalnızlık ve tarihsel olarak geleceğe dönük anlamlı insanlık mesajları vermesine rağmen yaşanan trajik başarısızlık iki oyunun da ortak noktalarıdır.
Pudu-Hepa egemen bir imparatorluğu yönetirken statükocu devlet yapısının direnciyle karşılaşır, Grasya Nasi Yahudi halkının kurtuluşunu sağlamak için stratejik hamleler yapmaya çalışırken, uzak görüşlü olamayan Yahudi kurumlarının ve seçkin sınıfların direnciyle karşılaşır. Her ikisinin de toplumsal idealleri daha insani ve barışçıl bir hayata inanç ve adanmışlık üzerine kuruludur.
***
“Senyora – Grasya Nasi”, 1992 yılında Türkiye’de Osmanlı’nın Sefarad Yahudilerine kucak açmasının 500. Yılı kutlamaları vesilesiyle yazılmış bir oyun. Daha sonra İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynanması gündeme gelmiş. Beki L. Bahar’ın aktarımına göre, bu projeye özellikle Güngör Dilmen destek vermiş. Metin üzerinde çalışılmış, kurgu değişimine gidilmiş, kim yönetecek, kim oynayacak belli olmaya başlamış; fakat her nedense sahnelenmesinden vazgeçilmiş.
Bu noktada benim görüşüm, “oynansa şaşardım” şeklinde oldu. Açıkçası ben sansüre takılma ihtimalinin ağır bastığını düşünüyorum. Fakat tam olarak ne olup bittiğini o dönemin tanıklıklarına başvurarak aydınlatmak gerekiyor. Beki Hanım özel olarak “Ne oldu?” sorusunun peşine düşmemiş. Sadece bir anekdot olarak aktardı olayı. Sonuçta bu mesele karanlıkta kalmış.
Yer yer Osmanlı’nın yüceltildiği ve Yahudiler adına şükran duygularının dile getirildiği oyunun sahnelenmesini zora sokan ne olabilir?
Oyun mağdur edebiyatı yapmıyor ve bu “tehlikeli” kabul edilebilir. Metin sahip olduğu temel eğilimlere sadık kalarak sahnelendiğinde, hem kadın olan, hem Yahudi olan, üstüne üstlük bir de Yahudi direniş hareketinin politik lideri olan, çok kritik tarihsel jestlerini bu topraklarda gerçekleştirmiş, yani ister istemez aynı zamanda bizden bir oyun kahramanıyla yüzleşmek kolay olmasa gerek.
Yorumlar kapatıldı.