İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye Anayasayı ve Demokratikleşmeyi Tartışıyor
Rehavete Kapılmamakta Fayda Var

 

Genelkurmay destekli cumhuriyet/bayrak mitinglerinde örgütlenen CHP-MHP bloğunun seçim sandığına gömülmesinden sonra, Türkiye bir kez daha demokrasi mücadelesine elverişli bir ülke haline geldi. Nitekim, seçimden hemen sonra, AKP’den milletvekili seçilen Prof. Dr. Zafer Üskül’ün girişimiyle, 12 Eylül yapımı anayasayı tasfiye etme konusunda hararetli bir tartışma başladı. Tabii ki hemen sevinmemek lazım: Kemalizm’in totaliter yorumunu temel alan 12 Eylül anayasasına karşı çıkan Zafer Üskül’ün Türklüğe ve Atatürk’e karşı tavır alıp almadığı tartışma konusu yapılarak, resmen, demokratikleşmenin temel bir gündem maddesi çarpıtılıyor ve askeri vesayet rejiminin meşruluğunu kaybettiği demokratik bir anayasa talebinin kuvveden fiile geçmesi engelleniyor.

Etnik ve dinsel bir topluluk olarak Türklüğün egemen ve kurucu unsur olarak tanımlandığı bir vatandaşlık anlayışı yerine, etnik ve dinsel ayrımcılığı ortadan kaldırmayı taahhüt eden anayasal bir vatandaşlık anlayışının yerleştirilmesi, AKP’nin seçim vaatleri arasındadır. Bizzat Başbakan Recep Tayip Erdoğan, seçim meydanlarında, etnik ve dinsel milliyetçiliklerin karşısında olduklarını belirtmiştir. Fakat, asker ve sivil bürokrasi karşısında, “seçilmişlerin” iktidarını sınırlayan ve yeri geldiğinde, rejim krizi yaratma pahasına cumhurbaşkanını bile seçtirmeyen anlayışı ortadan kaldırmaya dönük girişim, Kürt meselesinin çözümü için gerekli ve kültürel çoğulcu bir toplum yapısının meşruiyetini ve gelişme olanaklarını tanıyan bir anayasa talep edildiği anlamına gelmiyor. AKP’nin askeri vesayet rejimine “millet” adına karşı duruşunun ciddi sınırları olduğunu görmek gerekiyor. Örneğin, AKP’nin hükümet kurmasında belirleyici bir faktör olan para piyasalarındaki olağanüstü “iştahlı” gidişata (likidite bolluğu ve sürdürülebilir cari açığa) şüpheyle bakan Uğur Civelek gibi “kötümser” ekonomistlere kulak vermekte fayda var. Onlar Türkiye’yi ciddi bir şekilde sarsacak bir ekonomik krizin en geç bir iki yıl içinde meydana gelmesinin olası değil, kaçınılmaz olduğunu düşünüyorlar. “Gelişmekte olan piyasalar”ın “refah toplumu” idealini hayata geçirme iddiasına sahip AKP hükümeti, muhtemelen ekonomik kriz koşullarında hükümet etme gücünü büyük ölçüde yitirecek ve bir erken seçim bile gündeme gelebilecektir.

Kültürel çoğulcu perspektif açısından, sayısı sınırlı da olsa DTP’ nin parlamentoda kuracağı gurup, AKP’ nin kaldıramayacağı belli ve mecburen sırtlandığı demokratikleşme yükünü hafifletebilir mi? Örneğin toplum tabanında tartışmaya açabileceği bir anayasa taslağı çalışması var mı? Hiç sanmıyorum. Varsa bile bundan haberimiz yok. Demokratik bir toplum yapılanmasının vazgeçilmez şartı olan kültürel çoğulcu hareketin Türkiye’deki önde gelen temsilcisi olması beklenen DTP’ nin somut bir toplumsal programdan ve söylemden yoksun olması bir yana, örneğin “Milletvekilliği yemininde tutumunuz ne olacak?” sıkıştırmaları karşısında aldığı “medeni” davranma kararı traji-komik tabloların oluşmasına yol açıyor. Resmi milletvekili yeminini akıllı uslu yaptıklarında ya da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile el sıkıştıklarında, işler yoluna girmiş gibi kabul ediliyor. Oysa, PKK ve Abdullah Öcalan’ın muhatap olarak sisteme kabul ettirilmesi yönündeki çabaların sonuç vermesi imkansız görünüyor ve “uzlaşma jestleri” sadece DTP imajının zedelenmesine hizmet ediyor.

Elbette DTP’ yi eleştirip durmakla bir yere varmak mümkün değil. DTP’ nin niçin toplumsal ve somut bir programla hareket etmediği ya da anayasa tartışmalarına aktif bir şekilde katılmadığı – en azından Kürdi talepleri somutlayıp derli toplu tartışmaya açmadığı – kendisine yüklenen şekilci ve seçkinci yüksek siyaset misyonuyla ilgilidir. Örneğin Leyla Zana’nın, Kürdistani, “Apo-Talabani-Barzani” birlikteliğini öneren ve açtığı ünlü “eyalet” tartışmasıyla, örtülü federasyon talepleri içeren çıkışları karşısında, şimdilik Aysel Tuğluk’un, Kemalist asker ve sivil bürokrasiyi ikna etmeye dönük “Atatürk mucizesi” tespitine dayalı görüşleri öne çıkarılmaktadır-ki bu da, bir yanıyla, yıllardır Abdullah Öcalan’ın seslendirdiği çeşitli düşüncelere ve diplomatik uzlaşma girişimlerine tekabül etmektedir. Kurumsal olarak serinkanlı diplomatik söylem geliştirme kültürü ciddi zaaflar içerdiği için, bu tip girişimler bilimsel, ideolojik ve moral şaşkınlık imalatına da ciddi katkılarda bulunmaktadır; fakat, iddia edildiği gibi teslimiyetin ya da “işbirlikçi” aczin ifadeleri değildir. “Leyla Zana out Aysel Tuğluk in” formülü, ikna çabalarının seyrine göre tersine de dönebilir – ki kuvvetle muhtemel olan da budur. Zaten PKK-KCK de “uzlaşma jestlerini” abartmayıp, DTP’ ye dik durmasını öğütlemekte ve marjinalleşme tehlikesini haber veren kitlesel aşınmanın nedenlerini tartışmaktadır.

Askeri vesayet rejimini meşrulaştırma girişiminin sandığa gömüldüğü koşullarda, PKK-KCK yöneticilerinin toplumdaki savaş karşıtı eğilimi destekleyen bir çatışmasızlık ortamı vaat etmemesi ve seçim sonrasında sivil alan faaliyetlerinde yoğunlaşma üzerine kurulu stratejik bir canlanmayı öne çıkarmaması kritik öneme sahiptir. Bu anlamda, Kürt aydınlarından Altan Tan’ın DTP’nin tabanını AKP’ye, yönetim yapısını ise CHP’ye benzetmesi gayet yerindedir. Türkiye’nin kültürel çoğulcu demokratik bir yeniden yapılanmayı gerçekleştirmesi Kürt halkının temel talebidir ve bu hareket iki yönlü gelişmek durumunda: Bir yandan aşağıdan sosyal dayanışma örgütlerinin çeşitlenip büyümesi gerekiyor, diğer yandan halk adına yüksek seçkinci siyasete müdahale edebilecek yapı ve kadroların örgütlenmesi gerekiyor. PKK-KCK’nin siyasi merkezinde durmayı sürdürdüğü Türkiye’deki Kürt halk hareketi adına söylenebilecek olan, her iki yöndeki gelişmelerin de umut verici seyretmediğidir. Bunun anlamı PKK-KCK’nin işinin bitmek üzere olduğu değildir; aksine, Ortadoğu ve Kürdistan’ın siyasi bir aktörü olarak, hem ABD destekli Kürt federe devletine güç katan seçkin ve özel bir askeri gücü temsil etmekte, hem de bölgede alternatifi olmayan örgütsel kimliğini korumaktadır. Fakat bunlar kısa vadeli eğilimler haline gelmiştir; Türkiye’deki kitlesel dayanakları daralma ve erime sürecinde bir PKK-KCK mevcut pozisyonunu sürdüremez. Türkiye devleti ABD’nin talebine uygun olarak, Güney Kürdistan’daki federe devlet oluşumunu tehdit etmeyi ve aşağılamayı bırakır ve yöneticileriyle anlaşırsa, PKK-KCK’nin Türkiye Kürtleri’ni temsil eden merkezi siyasi güç olarak varlığını sürdürmesi kısa vadede de zora girecektir.

Bu öngörüleri destekleyen pek çok olguyu ele almak ve tartışmaya açmak önemlidir. Şimdilik, Kürt halk hareketinin özgürlükçü ve sosyalist toplum projesinin lokomotifi olacağı ve bunun da harekete yön veren siyasi yapılanmanın öncülüğünde gerçekleşeceği yönündeki varsayımın çöküşüne dikkat çekmek istiyorum. Bunun tersine döndürülebilir bir süreç olup olmadığı, uzun vadede ve bugün Güney Kürdistan merkezli bir ulusal yapılanma süreci yaşayan Kürt halkı adına tartışmalıdır. Diğer yandan, 1990’larda küresel düzeyde ve acımasız savaş koşullarında Kürt halk hareketini temsil eden siyasi yapılanmanın 2000’li yıllarda yaşadığı demokratikleşme krizinden halklaşarak (örgütlü bir şekilde toplum tabanına nüfuz ederek) çıkamadığı, dolayısıyla zorunlu bir daralma sürecine girdiği söylenebilir. Güncel olarak “Niçin kurumlar, örneğin güncel anayasa tartışmasından kalkarak demokratik taleplerini duyuracak bir hareket geliştirmiyor?” türünden sorularla yakınıp durmayı sürdürmek, bir yanıyla kurumlara atfedilen hayali ve gerçek dışı rollerle ilgilidir.

Kaba olumlama ve olumsuzlamaların ötesine geçebilecek ve kurumların yapısı ve işleyişi ile ilgili bir bilinçlenme tabii ki önemlidir; fakat, kurumsal talepkârlığın ya da kurumlara yansıtılan kurtarıcı imgesinin özgürlükçü olmaktan uzak bir zihniyetin ürünü olduğunun bilincine varmak daha da önemlidir. Niçin daha iyi ağaların ya da hanım ağaların kurumları yönetmediğine ya da atanmadığına hayıflanıp durmak ve bunu rehavetin gerekçesi haline getirmek, özgürlükçülük adına komik duruma düşmektir. (Türk soluna bağlı olanlar istiyorlarsa “daha iyi ağalar ya da hanım ağalar” yerine “daha iyi erkek ya da kadın yöneticiler” diyebilir; fakat temelde önemli bir fark olduğunu düşünmüyorum.)

Özgürlükçü düşünceyi aldatıcı bir retorik olmaktan çıkarmanın yolu, bu düşüncenin bariz kabullerini pratikleştirmekten geçiyor. Örneğin demokratik bir anayasanın alması gereken biçimi tartışmak ve önerilerle ortaya çıkmak ve bu önerilerin hayata geçirilmesi için örgütlenmek sıradan ve demokrat bir vatandaşın işleri olarak kabul ediliyorsa, o zaman özgürlükçü düşünce kazanıyor ve aldatıcı bir retorik olmaktan çıkıyor diyebiliriz.

tr_TRTurkish