10 Temmuz 2018’de Cumhuriyet gazetesinin internet sitesinde yayınlanan ve özellikle sanat camiasını ilgilendiren bir haberin başlığı şöyleydi: “Yeni Türkiye’nin ilk Utancı: Fazıl Say’a büyük ayıp”. Başlığın altında Fazıl Say’ın 14 Ağustos akşamı Harbiye Açıkhava Cemil Topuzlu Sahnesi’ndeki konserinin iptal edildiği bilgisi veriliyordu.
Fazıl Say’a yapılanın büyük ayıp olduğu kesin olmakla birlikte, “Yeni Türkiye’nin ilk utancı” demek pek doğru değil. Bu tip yaptırımlara başka sanatçılar da, büyük ihtimalle 24 Haziran seçimlerinden hemen sonra da maruz kalmış ve kalmaya devam edecekler.
Sanat etkinliklerinin keyfi bir şekilde engellenmesi ve etkinlik mekanlarının sanatçılara kapatılması her dönemde yaşandı. Başka alanlarda olduğu gibi sanat alanında da “ana akımı” oluşturmanın yöntemlerinden birisi budur. Ulaşabileceği izleyici kitlesine bakılmaksızın birilerinin merkeze kaymasına izin verilir, birileri marjinalleştirilir. Gösteri sanatları alanında önemli bir yere sahip Harbiye Açıkhava Sahnesi de ona göre birilerine açılır ya da kapatılır.
Bununla birlikte, süreklilikler kadar her dönemin kendine özgü yanları da olduğunu, yaptırımların ona göre biçimlendiğini göz ardı etmemek gerekir. Türk-İslam kültür siyasetinin batı yönelimli ve evrenselci seküler sanatı ahlaken günahkâr ya da en iyi ihtimalle terbiye edilmesi gereken bir alan olarak kodlaması yeni bir şey değil. Fakat İstanbul gibi seküler sanatın kalbi denilebilecek bir metropolü içine alacak şekilde ve sistemli bir şekilde saldırganlaşması, AKP hükümetinin siyasal İslam yorumunun laiklik ve demokrasi ile ilişkisinin çatışmalı hale geldiği son 7-8 yıllık dönemde yaşandı. Bugün, 24 Haziran seçimleri ile pekiştirilmiş Türk-İslam diktatörlüğünün alamet-i farikalarından birisi haline gelmiş bulunuyor.
Yakın geçmişte Fazıl Say AKP ve dincilik karşıtı söylemler ürettiğinde ağır bir yargı baskısı ile karşıya kalmıştı. Sonrasında, politik söylemlerden uzak duracağını ve müzik alanı dışında görünür olmayacağını ilan etti. Fakat bu, bir uzlaşma girişimi değil sessiz bir direniş biçimi olarak algılandı ki objektif olarak öyleydi. Politik sessizlik ancak biatla sonuçlandığında kabul edilebilir bir taviz olabilirdi.
24 Haziran Sonrası Biat Pratiği Örnekleri: Ahmet Ümit, Çağan Irmak…
Fazıl Say gibi sabıkalı sanatçılar için tek çıkış yolu bir şekilde diktatörlük rejimine biat ettiğini göstermesidir. Böylece Reis’in himaye ettiği seküler yandaş bölgede dahi yer bulabilir ve sanatlarını icra edebilirler. Mesela müzik alanında Yavuz Bingöl bu yolu takip etmiştir. 24 Haziran seçimlerinden sonra yazar Ahmet Ümit’in Sabah gazetesine yaptığı açıklamalar ise, diktatörlük rejiminin meşrulaştırılması ile sonuçlanan “İnce rüzgarıyla” uyumlu, muhalefet bölgesinden bir biat pratiğidiir. Yine, senarist ve yönetmen Çağan Irmak’ın sosyal medyada dile getirdiği toplumdan benliğe dönüş ve apolitika çağrısını örtülü bir biat çeşitlemesi olarak yorumlamak zor değildir.
Anti-laik Türk-İslam diktatörlüğünün seküler yandaşlığı teşvik etmesi bir çelişki olarak görünebilir. Fakat, zaman zaman fanatik İslamcı yandaşların tepkisini çekse de, seküler yandaşlık laikliğin denetim ve tasfiyesinde kritik bir öneme sahiptir. Çünkü laikliğin sistemli bir şekilde tasfiye edilmesi karşısında dehşete kapılan ve sayısı on milyonlara varan seküler Türk toplumunun ikinci sınıf vatandaşlığa rıza gösteren itaatkâr bir azınlık cemaati haline getirilmesi kolay değildir. Kuşatmak, baskılamak ve alan daraltmak yetmez, içerden de fethetmek gerekir. Toplum bir yana henüz devlet bile tam olarak laik kodlardan arındırılamamışken, Türk-İslam diktatörlüğünü tahkim edecek bir yandaş seküler bölgeye ihtiyaç devam edecektir.
Seküler sanat alanında işgören sanatçıların “Ya biat et ya yıkıl git” ikilemine sıkışması, birileri yıkılıp gider ya da yıkılmanın eşiğine gelirken diğerlerinin bir şekilde günü kurtarmaya ve bu şekilde ayakta kalmaya çalışması, toplumsal muhalefetin ürettiği yüksek siyaset ile uyumludur. 24 Haziran seçimlerinden önce OHAL ve hileli seçim tezgahına dikkat çekerek haklı olarak boykot seçeneğinin değerlendirilmesi gerektiğini savunan entelektüel çevreler dahi, boykot seçeneğinin ancak örgütlü bir sivil toplum hareketine yatırım yapıldığı ölçüde hayata geçirilebileceğini, entelektüel sorumluluğun hayali tavsiyelerde bulunmak değil diktatörlüğü tasfiye etme iddiasına sahip bir sivil toplum hareketinin inşasında kurucu sorumluluklar almak anlamına geldiğini, bunun yol yordamını gösterebilmiş değillerdi. Dolayısıyla boykot haklı ama gerçekçi olmaktan uzak bir tavsiye olmanın ötesine geçemedi.
Bu durumda sağlıklı olan, yanlış beklentilerin esiri haline gelmeden optimal seçeneklere yönelmek ve sivil toplum alanında yüksek siyaseti belirleme hedefine de sahip kurucu sorumluluklar alarak yürümeye devam etmektir. Örneğin seçim sandıklarına sahip çıkılması yönünde artan seçmen duyarlılığı ve hareketlenmesi kritik bir kazanımdır. Doğrudan HDP’ye değil ama HDP’nin barajı geçmesine oy verilmesi için de aynı şey söylenebilir: Parti merkezli yüksek siyaset kurgusuna teslim olmayan ve demokratik cephe siyasetini teşvik eden bir seçmen bilincine işaret eder.
Ne Yapmalı?
Fakat bu tip hareketlenmelerin örgütlü toplumsal dayanaklarını ve yüksek siyasetini örgütleme aşamasında olmadığını tespit etmek gerekir. Nitekim İnce cumhurbaşkanı adayı olarak aldığı ve dikatörlüğe karşı verilen oyları diktatörlük rejimini meşrulaştırmak için kullanmakla kalmamış, zaman kaybetmeden yerel seçim stratejisini belirlemesi gereken muhalefeti “CHP’de lider kim olmalı?” tartışmasıyla meşgul etme yolunu tutmuştur. Buna karşılık Kılıçdaroğlu, bir yandan “İnce rüzgarını” bertaraf etmenin yollarını ararken, diğer yandan hâlâ parlamento (“Gazi meclis”) merkezli bir muhalefetin sonuç alabileceğini iddia etmektedir. Komplo teorilerine biraz prim verildiğinde, muhalif yüksek siyasetin Saray’ın uzantısı olduğuna ve diktatörlük rejimine çalıştığına inanmak için pek çok neden vardır. Fakat komplo teorilerine dalmayıp asıl meselenin yüksek siyasetin hal ve gidişatını belirleme gücüne sahip örgütlü toplumsal dayanakların inşa edilmesi olduğunu ısrarla vurgulamak gerekir.
Mesele sanat alanına uyarlanacak olursa, “Ya biat et ya yıkıl git” ikilemi yaşayan sanatçıların tamamı örneğin itaatsiz oyuncu Barış Atay gibi milletvekili olamayacağına göre, olabildiğince mesleki örgütlenme ve dayanışmaya yatırım yapmak, itaatsizliğe mesleki-örgütsel bir çerçeve kazandırmak, yüksek siyaset aracılığıyla ve gerek varsa örneğin TBMM’de temsil edilmenin yolunu bulmak zorundalar. (“Gerek varsa” demek gerekiyor, çünkü mevcut şartlarda muhalefetin TBMM’de temsilinin muhalefete bir faydası olabilir mi, bir hayli tartışmalı. Bu konuda Cumhuriyet yazarı Orhan Bursalı’nın, 15 Temmuz 2018 tarihli “Ne yapmalı? Meclis’te tek kişi nöbetçi bırakmak yeter!” yazısının okunmasında fayda var.)
Bu yazı Mimesis Sahne Sanatları Portali‘nde yayınlanmıştır.
İlk yorum yapan siz olun