Kürt kimliği, Kürt dili, ve Kürt kültürü Türkiye’de neredeyse bir asıra yakın bir süre varlık/yokluk ikilemine takılmıştır. 1970’lerde Bazil Nikitin’in “Kürtler” adlı kitabı Kürtlerin Türklerden ayrı bir kökene ve dile sahip olduğunu ispat etmek için temel bir referans kaynağıydı. Kitap yayınlandığında yaşanan heyecan büyük olmuştu.[1] Nihayet “dağ Türkleri” kavramlaştırmasına karşı koyabilmek için sağlam bilimsel delillere ve açıklamalara sahip önemli bir eser basılmıştı. Kimliğine sahip çıkmak isteyen her Kürt için “Kürtler” bir başucu kitabı haline gelmişti. Gerçi B. Nikitin’in siyaseten liberal pozisyonu açıkça sırıtıyor ve devrimci talepler açısından bir yetmezlik hissi uyandırıyordu, ama yine de verdiği hizmet Kürtler’in sevgisini ve saygısını kazanmaya yetmişti. Onun eseri Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varolduğunu ispatlıyordu ve Kürtlerin marksizm-leninizmden önce ya da eş zamanlı olarak Türk olmadıklarını, ayrı bir ulus olarak varolduklarını göstermeye ihtiyaçları vardı.
Bununla birlikte, resmi olarak Kürdün varlık/yokluk ikileminden fiili olarak kurtulmaya, varlığını kabul ettirmeye başlamasının tarihi çok yenidir. Doksanlı yıllara gelindiğinde “Kürt realitesinin” tanınması, bir emekli generalin de altını çizdiği gibi, korunmaya çalışılan statüko açısından kaçınılmaz ve geri dönüşü kolay olmayan bir yenilgi sürecine işaret eder. Artık cin şişeden çıkmış ve onu geri yerine koymak umutsuz bir çabaya dönüşmüştür.
Egemenler nezdinde yokluk seçeneği tüketildiyse ne yapmak gerekir? İşte burada uzun süre Doğu Ergil’in dile getirmiş olduğu, Can Dündar, Hasan Cemal, ve Taha Akyol gibi yazarların da paylaştığı “çözüm” önerisi, başka bir deyişle, liberal seçeneğin statükocu elitleri yumuşatmayı deneyen versiyonu gündeme gelmektedir: 1) Devlete kafa tutan Kürt hareketinin siyasi merkezi dağıtılmalı; 2) Kürtler dahil, tüm etnik topluluklar bir alt-kimlik olarak tanınmalı ve tanımlanmalıdır.
Bu senaryoda atılması gereken belirleyici adım, bir ön-devlet gibi yapılandığı ve Kürtlüğü üst-kimlik olarak inşa edebileceği varsayılan PKK’nin – bugün için KADEK’in – imhası ve onun yerine kısmen Kürtlerin – özellikle asimilasyon düzeneğinin güçlü bir şekilde kuşatamadığı Kürtlerin – temsiliyetini üstlenen yasal bir partinin ikame edilmesidir. Atılması gereken bir diğer adım, Kürtlük bir alt-kimlik olarak tanınır ve tanımlanırken “Dur!” uyarısının yapıldığı kırmızı çizgilerin belirlenmesidir. Mutlu son şöyle gerçekleşecektir: Sözkonusu yasal partiyle Kürtlüğün nasıl bir alt-kimlik olarak tanınacağı ve tanımlanacağı konusunda (şu kırmızı çizgiler) anlaşmaya varılacak, onun aracılığıyla asimilasyon düzeneğinin kuşatamadığı Kürtlere belli haklar verilecektir. Bu şekilde, çok-kültürcü taleplerin çok-alt-kültürcü taleplere dönüştürülmesi de sağlanacaktır.
Yukardaki senaryonun pek çok açıdan sorunlu olduğunu göstermek zor değildir. Fakat, bu yazının başlığı gözönünde bulundurulduğunda, asıl dikkat çekilmek istenen nokta, Kürt sorununa çözüm arayışında liberal seçeneğin Kürtlüğün bir alt-kimlik olarak örgütlenmesini önermesidir. Kırmızı çizgiler konusunda liberal seçenek daha ileri adımlar atmayı önerebilir; örneğin, sadece Kürtçe öğrenimin değil, aynı zamanda Kürtçe eğitimin sınırlı da olsa serbest bırakılmasını savunabilir. Can Dündar gibi işgüzarlar dışarıda bırakılacak olursa, KADEK’in imha edilmesini değil, sistem içine çekilmesini de tartıştırabilir. Bununla birlikte, genel olarak liberal seçenek devletin rolünü köklü bir şekilde sorgulayamadığı ve insanlığın selamete erişmesi yolunda devletten vazgeçemediği için, alt/üst ilişkisinin etnisite, sınıf, cinsiyet, dil vs. alanlarda katılaşmasına ve yeniden üretilmesine onay verecektir.
Türkiye’de Kürt sorununa ilişkin imhacı ve mutlak asimilasyoncu “çözüm” iflas ederken, liberal seçeneğin yıldızı parlıyor. AB ve ABD’nin bu konuda Türkiye’ye ciddi dayatmaları var. Diğer yandan, statükocu elitler, liberal seçeneğin en muhafazakar versiyonunun dahi Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü bölünebilir hale getireceğini düşünüyorlar. Soğuk Savaş yıllarında ulus-devletler hiyerarşisinde bir şekilde yerini sağlama almış Türkiye, imparatorluk savaşlarının şiddetlendiği 21. yüzyıla hazırlıksız ve vizyonsuz yakalandı; bu nedenle, devletin statükocu elitleri Kürtlüğün alt-kimlik olarak kontrol altına alınması konusunda ciddi endişelere sahipler. Fakat, belirsizlikler içerse de, Kürtlüğün alt-kimlik olarak tanınması ve tanımlanması süreci devam ediyor ve onlar bunun önüne geçemiyorlar. Kürt hareketinin siyasi merkezinin dağıtılamamış ve yerine sınırlı bir temsiliyet gücüne sahip “uzlaşmacı” yasal bir Kürt partisinin ikame edilememiş olması, liberal seçeneğin kendini güçlü bir şekilde dayatmasını engellemekle birlikte, süreç aşağı yukarı böyle işliyor.
***
Türkiye’de Kürtlüğün alt-kimlik olarak sisteme kazandırılması gerçekten mümkün mü? Bu sorunun yanıtı sistemden ne anlaşıldığına bağlıdır. Sistemden liberal bir maske takmaya çalışan Türk ulus-devleti anlaşılıyorsa, bu sorunun yanıtı kesin bir hayır’dır. Statükocu elitler haklılar: Kürt sorunuyla Kürtlüğü alt-kimlik haline getirerek başedemezler; çünkü, ortada Türklük adına bir üst-kimlik yoktur. Bu elitler, benzemeyeni benzetmek için uğraşıp didinirken, Türk kimliğini maymuna çevirmişlerdir. Örneğin, son Eurovision şarkı yarışmasında Türkiye’yi temsil eden Sertap Erener’in ve ona eşlik eden dansçıların performansı bunun somut bir kanıtıdır.
Sertap Erener çıktığı Avrupa sahnesinde hareme kapatılmış, bu yetmezmiş gibi bir de gözden düşmüş bir kadını canlandırmıştır. Sahnedeki merkezi kadın figürü, oryantal(ist) bir koreografi uygulamasının eşliğinde göbek atmış, olabilecek en iyi şekilde burnunu, kaşını, ve gözünü oynatmaya çalışmış; eşzamanlı olarak, diğer yol arkadaşlarınının eşliğinde, düşürülmüşlüğünden değil ama gözden düşmüşlüğünden kaynaklanan soruna “çözüm” arayışını ifade etmeye çalışmış; mesajına küresel bir boyut katmak içinse opera eğitimli sesini İngilizce kullanmıştır.
“Türkün” küresel sahnede zirveye oturmasının yolu ne yazık ki maymunlaşmaktan geçmiştir. Kapatılmışlık, düşürülmüşlüğün kabulü, gözden düşmüşlüğe karşı yeniden kendini kabul ettirmek için debelenmeler vs. rahatlıkla Irak Savaşı sırasındaki ve sonrasındaki şaşkınlığı estetize etme çabası olarak yorumlanabilir. Ama daha kalıcı olarak, küresel sahnede “Türk” kimliğini ve kültürünü “yüceltme” politikalarına ilişkin çok güçlü ipuçları vermektedir. İmparatorluk savaşları döneminde, gerek imhacı ve mutlak asimilasyoncu seçenek gerekse liberal seçenek, kendi aralarında yaşadıkları çelişkilere rağmen, esas olarak yukarıdan küreselleşmenin fonksiyonlarını yerine getirme rolü oynamışlardır. Bu anlamda, kapsama alanı itibariyle, “Türk” kimliği yukarıdan küreselleşmenin ajan kimliği haline gelmiştir.
Eğer Kürtlüğün alt-kimlik olarak sisteme kazandırılmasından sözederken sistemden anlaşılan ulus-devletler hiyerarşisinde bir şekilde yerini sağlama almış Türk-ulus devleti değil de küresel sahnede aşınma yaşayan ve liberal seçeneğe başvuran Türk-ulus devleti ise, “Bu proje başarıya ulaşır mı?” sorusunun yanıtı ne kesin bir evet ne de kesin bir hayır’dır. Her iki yönde de hareket çizgileri olduğunu saptamak mümkündür. Hayır yönündeki hareket çizgisini esas olarak Özgürlük Hareketi temsil ediyor. Bu yazıda, kendi içinde oldukça çeşitlenen evet yönündeki hareket ele alınacaktır. Zaten yazının başlığı da bir yönüyle bu hareket çizgisinde konumlanan eğilimlere atıfta bulunmak için seçilmiştir.
***
Hiç kuşkusuz bir kimlik insani bir öz değil, tarihsel bir kurgudur; toplumsal gerçekliğin içinde yerini alır ve rolünü oynar. Bunun nasıl olup bittiğini kültürel ifade süreçlerinde izlemeye çalışırız. Alt-kültür Kürtçülüğünün tarihi çok eskidir. Çeşitli biçimlerde kadim imparatorluklar döneminden günümüze varolagelmiştir. Kürtler neredeyse her zaman kendilerini alt olmaya mahkum etmektedirler.
Fransız antropolog Pierre Clastres, uygarlığın isimlendirdiği şekliyle “vahşilerin” birliğe karşı çıktıklarını söyler: “[…] Vahşilerin bize gösterdiği, şefleri şefler olmaktan alıkoymak için gösterilen sürekli çaba, birleşmenin reddi, Bir’i, Devlet’i defetme faaliyetidir. Bir tarihi olan toplumların tarihinin sınıflar savaşı tarihi olduğu doğruysa, tarihsiz toplumların tarihinin de Devlet’e karşı savaşlarının tarihi olduğu en azından o kadar doğrudur.”[2] Birliğe karşı çıkmak devletsiz toplumları sürdürmenin şartlarından biridir. Abdullah Öcalan Kürt tarihi için bir çerçeve önerisi geliştirirken “Kürt tarihinin düğümü neolitik toplumdadır”[3] demiştir. Kürt aşiretleri neolitik uygarlığın devletsiz toplumlarıdır. Kürt aşiretlerinin birliğe karşıtlığını ve devletsizliği – P. Clastres’ın daha da ileri giderek belirttiği gibi, devlete karşı toplum olma özelliklerini – sürdürdükleri öne sürülemez mi?
Birlik olma ve devlet kurma “zaafı” Kürtlerin kalıcı bir karakteristiğidir. Devletli toplumların ve devletli toplumların son aşamasını temsil eden kapitalist Batı uygarlığının yarattığı çevre ve insan tahribatı gözönünde bulundurulduğunda, belki de buna meziyet demek gerekir. Fakat, aşiret toplumları devletli toplumlar karşısında son derece yıkıcı ve çürütücü sonuçları olan bedeller ödemek zorunda kalmışlardır. Devlet kurma “zaafı” devletli toplumlar karşısında tutunamama, alt olma, ve çürüme zaafı haline gelmiştir. Bu anlamda, A. Öcalan’ın Gılgameş Destanı’na ilişkin bazı yorumları son derece çarpıcıdır. Destanın baş kahramanlarından Enkidu doğada – A. Öcalan’ın Kürtlere atıfta bulunmak amacıyla kullandığı şekliyle “dağda” – ilkel halde yaşarken, bir tapınak fahişesi kullanılarak Sümer şehir devletinin yönetimi tarafından kandırılır. Enkidu “Kral Gılgameş tarafından Orman şefini, yani aşiret yöneticisini avlamakta bir kılavuz olarak [kullanılır]. Aşiret şefi olarak anlaşılması gereken, vahşi destandaki adıyla Huvava yakalandığında, Gılgameş kendisini öldürmeyip kullanmaları gerektiğini söylerken, Enkidu onu eskiden tanıdığı ve belki de akrabası olduğu halde, bunu tehlikeli bulur ve ‘öldürelim’ der.”[4]Gılagameş Destanı’nda yaşanan bu olay adeta Kürtlerin alın yazısı haline gelmiştir: “O günden beri Kürt işbirlikçileri görevlerini başarmak için ülkelerini ve aşiretlerini koruyan önderlerini avlamayı sanat bellemişlerdir. Kraldan daha kralcı bu tavır ve politika, Gılgameş’ten beri, Enkidu’dan günümüze kadar hızından hiçbir şey kaybetmeden sürüp gelmiştir.”[5]
Kürt şairi ve medrese aydını Ehmede Xanî, Kürtlerin ve Kürt kültürünün alt olmasına ilişkin şunları söyler:
Olsaydı eğer bir başı yücemiz
İyilik sahibi bir şiir isteyenimiz
Sikkeyle basılırdı bizim de külçemiz
Ve kalmazdı böyle kuşkulu ve geçersiz
Ne denli saf ve temiz olurlarsa olsunlar
Altın ve gümüş sikkeyle değer bulurlar
Bizim de bir padişahımız olsaydı eğer
Allah ona bir taç verseydi eğer
Belirlenmiş olsaydı onun için bir taht
Açıkça açılırdı bizim için de baht
Elde edilseydi onun için biraç
Elbet olurdu bizim için de revaç
Gam yerdi biz öksüzler için ve de acırdı
Soysuz ve açgözlü çıkarcıların elinden bizi kurtarırdı
Bize galip gelmezdi elinde viraneye dönmezdik
Tutsak, yoksul ve çaresiz düşmezdik
Türklere ve Taciklere yenilip boyun eğmezdik[6]
Ehmede Xanî’ye göre Kürt toplumunun alt olmaktan kurtulması devletli bir toplum olmasına bağlıdır. Ehmede Xanî’nin devletli Kürt toplumu düşü 21. yüzyıla sarkan ve bir türlü çözülememiş bir meseledir. Günümüzde Kürt milliyetçiliği üç seçenek üzerinde durmaktadır: Birincisi, bir mit olarak korunmasına rağmen, gerçekçi olduğu pek kabul görmeyen, tüm Kürt bölgelerini kapsayan bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulmasıdır; ikincisi, Kürt ulusunun eşitlikçi bir temelde çok-uluslu federal bir devletin kurucu öğesi olmasıdır; üçüncüsü, Kürt ulusunun tabi olunan devletin sınırları içinde azınlık statüsüne razı olmasıdır. Günümüzde Irak ikinci seçeneğin adayı haline gelmiş görünüyor; Kürtlerin sınırları içinde yaşadığı diğer ülkelerde ise, daha ziyade üçüncü seçenek üzerinde duruluyor. Bu anlamda, Türkiye yoğurdu üfleyerek yiyenlerin başında geliyor ve gerek emperyal güç odaklarını (AB ve ABD) gerekse Kürtleri, azınlık haklarının da gerisinde bir “çözüm” planına razı etmeye çalışıyor. AB’ye uyum kriterleri işte bu çerçevede hazırlanıyor. Kürtler adına hak pazarlığı azınlık hakları ile sıfır noktası arasında bir yerlerde sürdürülmektedir. Bu seçenekte, sonuç her ne olursa olsun, şu ya da bu düzeyde Kürtlük alt-kimlik olarak, Kürt kültürü ise alt-kültür olarak kodlanmaktadır.
Bütün bunlar olup biterken, gözden kaçırılmaması gereken dünyada ulus-devletlerin çözüldüğü, imparatorluk savaşlarının şiddetlendiği bir dönemin yaşanmakta olduğudur. Irak’ta Kürtlerin diğer uluslarla eşit statü kazanarak bir devletin kurucu öğesi olacağı düşüncesi bir illüzyondur. Orada kurulmakta olan manda rejiminden başka bir şey değildir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Britanya’nın oynadığı rolü şu anda ABD oynuyor. Fakat anakronizme düşmemek için şunu belirtmek gerekiyor: Britanya’nın kurduğu manda rejiminin hedefi Irak’ı, önce Milletler Cemiyeti ve daha sonra Birleşmiş Milletler’in temsil ettiği bir ulus-devletler sistemine dahil etmekti. ABD’nin kurmakta olduğu manda rejimi ise “küreselleşme” denilen, ulus-devletlerin hızla çözülmeye uğradığı bir imparatorluk savaşlarına tekabül ediyor. Dolayısıyla, ulus-devletler sisteminin süreceği gibi bir varsayımla Irak Kürtlerinin statüsünü değerlendirmek yanıltıcı olacaktır. ABD İmparatorluğu’nun Ortadoğu’yu denetlemek için merkezi ve stratejik bir üs olarak kullanmak istediği Irak’ı nasıl idare edeceğini ve Kürtlere nasıl bir rol yüklemek istediğini anlayabilmek önemlidir. Verilere bakıldığında, Irak Kürdistanı’ndaki Kürt yöneticileri imparatorluğun ya da yukarıdan küreselleşmenin görevlileri gibi algılamak gerçekliği kavramak açısından çok daha uygundur.
Bununla birlikte, Kürtlerin 21. yüzyılın imparatorluk savaşları sırasında ulus-devletlerin çözülmesine sevinmesi gayet doğaldır; çünkü, Ortadoğu’da bir ulus-devlet kurma imkanından yoksun kalmış ve kuşatıldıkları ulus-devletler yapılanırken sayısız katliama ve aşağılamalara maruz kalmışlardır. En kötü durumu yaşayanlar Türkiye Kürtleri olmuştur: sistematik ve kararlı bir şekilde, mutlak asimilasyon gibi sonuçsuz bir zulüm politikasının kurbanları haline gelmişlerdir. Türkiye’de örneğin Irak’ta olduğu gibi, özerklik derecesinin tartışılabildiği Kürt bölgelerinin varolduğu asla kabul edilmemiştir. Irak’ta İngiliz manda rejimi Arapların başat etnik unsur olarak tanımlanmalarının önünü açmıştı, ama Kürtlere de ciddi bir manevra sahası bırakmıştı. Türkiye’de ise Kürtler, yakın zaman öncesine kadar “yok ol ya da isyan et” ikilemine mahkum edilmişlerdi.
Kürtler tabi oldukları imparatorluk rejimini tabi oldukları ulus-devlet rejimine yeğleyeceklerdir. Noam Chomsky Osmanlı İmparatorluğu’nun otokratik ve zalim bir rejim olmasına rağmen bazı doğrulara sahip olduğunu söyler: “[…] bir çerçeve içinde bölgesel özerklik ve bağımsızlığa oldukça ileri düzeyde bir yer bırakmıştı.”[7] Irkçı önyargıyla şekillenen ulus-devletler asla bu kadar cömert olmamışlardır. ABD Ortadoğu’ya bu kadar rahat müdahale edebiliyor ve halkları bu kadar rahat manipüle edebiliyorsa, bunda ulus-devletlerin yarattığı vahşetin rolü çok büyüktür. Fakat sorun şudur ki, ABD Ortadoğu halklarına Osmanlı İmparatorluğu’nun doğrularını dahi uygulamayacaktır.
Yukarıdan küreselleşme kıyamet senaryolarını ciddiye aldırtacak bir yıkım makinası gibi çalışmakta, maddi yaşam koşulları içinde biçimlenen kültürler alt-kültürler olarak dahi yaşamlarını sürdüremeyecek pozisyonlara itilmektedir. Dünyada çevre, dil, ve kültür kırımı hızını arttırarak sürmektedir. Bugünün acil ihtiyacı yapıcı bir insanlık ve dünya programıdır. Bunun yolu aşağıdan küreselleşmeden, insan ve çevre tahribatının kurbanlarının – insanlığın en büyük bölümünün – küresel dayanışmasından geçmektedir. Bilimsel veriler, insanlığın bir tür olarak kritik bir sınav verdiğini söylemenin abartılı olmadığını gösteriyor.
Yukarıdan küreselleşme ve yukarıdan küreselleşmenin ajanları tarafından dayatılan alt-kültür Kürtçülüğü Türkiye Kürtleri arasında egemen ideolojik eğilim olmaya çalışacaktır. Özgürlük Hareketi’nin “Kürt realitesini” kabul ettirdiği aşamadan itibaren, AB ve ABD’nin dayattığı ve Türk ulus-devletini esnemeye zorlayan liberal seçenek ağır ağır da olsa işleme konmuş, Irak Savaşı sırasında ve sonrasında statükocu elitlerin AB ve ABD karşısında burunlarının daha çok sürtülmesiyle, kendini programatik hale getirme (AB kriterlerine uyum) gücü tırmanışa geçmiştir. Liberal seçeneğin özellikle Kürt bölgelerinde belli bir tepkiye yol açması ve kısmen milliyetçiliği de besleyecek bir fonksiyona sahip olması beklenebilir. Fakat, örneğin “Ben oğlumu Irak Kürdistanı’na götüreceğim, okula orada kaydettireceğim” diyen babanın arzusu aynı zamanda alt-kültür Kürtçülüğünün milliyetçi bir versiyonu olmaya adaydır; çünkü, Kürtlüğün tam anlamıyla yaşanacağı mekanın artık kendi yaşadığı topraklar olamayacağını düşünmektedir.
Alt-kültür Kürtçülüğünü çeşitli versiyonlarıyla, tanımaya ve sınıflamaya çalışalım:
1. İlkel-milliyetçi alt-kültür Kürtçülüğü
Irak savaşı yaklaşırken uzun zamandır siyaseten marjinalize olmuş bir kısım ilkel milliyetçi Kürtçülerin yaymaya çalıştıkları bir endişe, KADEK’in TC ile işbirliği yapıp Güney’deki Kürt devleti oluşumunun ortadan kaldırılmasına dönük bir pozisyon almasıydı. Zıt sayılabilecek bir endişe ise Türk solu arasında yayılıyordu: KADEK sakın ABD ile anlaşıyor olmasın; zaten sempatizanları savaş-karşıtı eylemlere yığınsal katılım göstermiyor, A. Öcalan’a tecrit uygulmasını öne çıkarmaya çalışarak savaş-karşıtı gündemi bulandırmaya çalışıyorlardı; üstelik, ABD-KADEK görüşmesinin yapıldığını gösteren resimler ve sevimli-hüzünlü-ılımlı-kibar-çocuksu-demokrat-solcu-insancıl-liberal-kemalist, özetle binbir surat gazeteci yazar Can Dündar’ın başını çektiği yorumlar medyada boy gösteriyordu. Her iki endişenin de kaynaklandığı anlama ve algılama özürlü argümanları ele almanın yeri burası değil. Asıl konumuz ilkel milliyetçi endişenin kaynaklık ettiği alt-kültür Kürtçülüğünü biraz olsun tanımaya çalışmak.
İlkel milliyetçi alt-kültür Kürtçülüğünün Türkiye’deki hikayesi yeni değildir. Soğuk Savaş döneminde Irak KDP’si Irak Kürdistanı’ında mücadelesini hassas dengeler üzerinden yürütürken, başına bir de TC’yi sarmaktan hep kaçınmıştır. ABD destekli ve NATO üyesi bir devleti karşısına almak hiç mi hiç işine gelmemiştir. Zaten başka türlü kaygan bir zeminde yürüyen ABD ile ilişkilerini sürdüremeyeceğini bilmektedir. Bu nedenle, Türkiye Kürtlerini daha ziyade lojistik destek ve yeri geldiğinde Türkiye’ye şantaj yapabileceği bir potansiyel kuvvet gibi değerlendirmek istemiştir. Fakat bu plan pek tutmamıştır: Türkiye Kürtleri arasında, ağırlıklı olarak, Irak KDP’sinin alt örgütleri olmayı reddeden devletçi sosyalist örgütler öne çıkmıştır.[8] Bu örgütler federalizmden bağımsız büyük Kürdistancılığa uzanan bir program çeşitlemesiyle ortaya çıkmış ve Irak KDP’si Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi olarak da suçlanır olmuştur.
1989’da işler alt üst olmuştur. Devletçi sosyalist ülkeler hızla küresel sahneden çekilmeye başlamış, 12 Eylül’le yaşanan büyük fiziksel hasara bir de moral hasar eklenince, Irak KDP’sinin Türkiye Kürtlerine dönük politikasının akılcı olduğuna dair görüşler, devletçi sosyalist çizgide Kürtçülük yapmış belli çevrelerde de canlanmaya başlamıştır.[9] Fakat Kürtler nezdinde Özgürlük Hareketi siyasal merkeze yerleştiğinden bu görüşler yaygınlık kazanamamıştır. Diğer yandan, Avrupa’da kendini yaşatmaya çalışan çeşitli örgüt ve aydın çevrelerinde, Türkiye’de DBP, DKP ve son olarak HAK-PAR gibi dar parti oluşumlarında açık ya da gizli kabul görmüştür. Birinci Körfez Savaşı’nın ardından, AB ve ABD’nin Kürtlere dönük politikaları da bu görüşlerin biçimlenmesini sağlamıştır: Saddam rejimine karşı Irak Kürdistanı’nın özerklik statüsü fiili olarak sağlamlaştırılacak, Kuzey Kürtleri içinse TC devleti kısmen liberalize edilecektir.
Türkiye’deki ilkel milliyetçi çevreler bu projeyi savunmanın pek de milliyetçiliğe sığmadığını bildiklerinden, şark kurnazlığı çerçevesinde ele alınabilecek bir politika uyguladıklarını iddia etmişlerdir: “Hele bir Irak’ta iş bitsin, sıra bize de gelecek.” Aslında Büyük Kürdistan ideali terkedilmemiştir, ama tecrübe onlara şunu öğretmiştir ki bu işler bir anda olmaz. Evet, Kürtlüğün bir alt-kimlik, Kürt dilinin bir alt-dil, Kürt-kültürünün bir alt-kültür olma durumuna bir süreliğine de olsa katlanmak gerekecektir; ama sabrın sonu elbette ki selamettir. Bu topraklarda da Kürt kimliğinin bir üst-kimlik, Kürt dilinin bir üst-dil, Kürt-kültürünün bir üst-kültür olma zamanı gelecektir. İşte o zaman gösterilecektir Türküne, Arabına, Farsına neymiş Kürt milleti. Rojbaş Kürdistan ve teşekkürler ABD. Şark kurnazı politika özetle budur.
Türkiye’deki ilkel milliyetçi alt-kültür Kürtçüleri üst sınır çizgisinin azınlık hakları olduğu bir çerçeveyi savunmayı sürdüreceklerdir. Statükocu devlet elitleriyle yaşadıkları çelişki Irak KDP’si ve ABD yönelimli bir tavra sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Tanınan onca fırsata rağmen, Kürtler nezdinde siyasal merkeze yaklaşma konusunda inanılmaz bir beceriksizlik sergileyip marjinalize olmalarının nedeni ise, merkezi referans noktalarının ayaklarını bastıkları topraklar, içinde yaşadıkları insanlar olmamasıdır. Bununla birlikte, ilkel milliyetçi alt-kültürcülüğün ideolojik etki gücü Kürt bölgelerinde artabilir; çünkü, Irak Kürdistanı hak ve özgürlükler planında Türkiye’de hayata geçirilen liberal seçeneğin çok ötesinde vaatlere sahiptir. İlkel milliyetçilik yukarıdan küreselleşmenin dünya kültürleri üzerindeki yıkıcı etkisini gizlemekte, ABD himayesindeki Irak Kürdistanı’na referansı çoğaltarak “Türk” kimliğine oynatılan ajan rolüne “Kürt” kimliğini de ortaklaştırmakta, ve halklar arası gerilim ve çatışma zemininin oluşumuna katkı sunmaktadır.
2. Liberal alt-kültür Kürtçülüğü
Türkiye’de liberal alt-kültür Kürtçülüğünün zaman zaman içiçe geçebilecek iki versiyonundan sözedilebilir: Türki versiyon ve Kürdi versiyon. Liberal alt-kültür Kürtçülüğünün Türki versiyonu olur mu? Olur, hem de oldukça güçlü bir biçimde örgütlenebilir. Modern kültür örgütlerini kurma ve geliştirme konusunda Kürdi kurumların sorunlu ve hazırlıksız oldukları bilinmektedir. Dolayısıyla, devletin çizdiği sınırlar içinde Kürt kitlesine yönelmek Türki kurumlar için çok daha kolay olabilir. Bu kurumlar alt-kültür Kürçülüğünü çok-kültürcülük kılığına girmiş bir çok-alt-kültürcülük uygulayarak yayacaklardır. Çok-alt-kültürcülüğün, turizmden medya ve eğitime pek çok alanda işlerlik kazanması beklenmelidir.[10]
Kürt kültürünün nasıl yaşanacağına ilişkin halkın katılımını dışlayan anti-demokratik karar alma mekanizmalarını, Kürt diline Türk dilinin ajanlığını yaptırma çabalarını, bölgeyi istila eden “hayırsever” Türki kuruluşları vs. gündemleştirmek, çözümlemek, ve teşhir etmek gerekiyor. Bu, özen gösterildiğinde, görece kolay bir çabadır. Daha zor görünen, örneğin sol muhalefetin örgütlü olduğu çeşitli kurumlarda, Türki ve Kürdi versiyonlarıyla tırmanışa geçmesi beklenebilecek alt-kültür Kürtçülüğüdür.
Konuyu biraz somutlamak için şu soruyu soralım: modern Türk kurumları arasında işyerleri ve sendikalar yeralır mı? Eğer yeralıyorlarsa, emekçilerin çalıştıkları işyerleri sadece sömürü mekanizmaları, üyesi oldukları sendikalar sadece ekonomik ve sosyal hak arayışlarını yöneten mekanizmalar mıdır? Sakın bunlar aynı zamanda etnik-kırım mekanizmaları olmasınlar? Kadın sorunu bağlamında da benzer bir soru sorulabilir: Sakın bunlar aynı zamanda erkek egemenliğinin pekiştirildiği mekanizmalar olmasınlar? İşyerleri için “evet” yanıtı daha kolay verilir; fakat, sendikalara sıra geldiğinde durum biraz değişir. Örneğin, sol muhalefetin önemli güç odaklarından biri olan ve yurtsever emekçilerin de güçlü olduğu KESK’i ele alalım. KESK aynı zamanda bir etnik-kırım mekanizması mıdır? Eğer KESK böylesi bir işleve sahip olmuşsa, yurtsever emekçilerin liberal seçeneğin öne çıkarıldığı bir dönemde alt-kültür Kürtçülüğünün kitle tabanını oluşturma riski yok mudur?
Ekonomik indirgemecilik etnik-kırım, erkek egemenliği, çevre tahribatı gibi sorunları hep talileştirmeye çalışır. İşyerlerinde yürütülen mücadele temelde ekonomiktir ve sendika bu mücadeleyi organize etmekle yükümlüdür. Sömürü, etnik-kırım, erkek egemenliği, çevre tahribatı gibi sorunlar birbirinden ayrışır ve ekonomiye indirgenmiş, daha çok kullanılan şekliyle emek eksenli ya da emek öncelikli mücadele etnik-kırım, erkek egemenliği, çevre tahribatı gibi sorunları gözardı etmenin ya da ertelemenin bahanesi haline gelir.
Marksist geleneğin daha en başından beri “ekonomik düzeyin belirleyiciliği” tezini beslediği bilinir. Bu belirleyiciliğe “son kertede” ya da “son çözümlemede” gibi kayıtların konması bir işe yaramaz. Mücadele “son kertede” ya da “son çözümlemede” değil, başından sonuna “ekonomik düzeyin belirleyiciliği” tezi üzerinden yürütülür. Sendika programlarında kültür-sanata, ırkçılık karşıtlığına, kadın sorununa, çevre sorununa vs. istendiği kadar yer verilsin, mücadele temelde ekonomiktir. Marksist gelenek içinde yeralan pek çok entelektüel şöyle ya da böyle bu çerçeveyi zorlamıştır. Fakat örgütlü yapılara sözlerini niçin bir türlü dinletemedikleri noktasında tıkanıp kalmış ve kişisel trajediler de yaşamışlardır. Oysa, daha ziyade teknik ve aksiyon yönüyle öne çıkarılan şu film dizisindeki metaforu kullanacak olursak, belki de ortada bir Matrix vardır. Matrix’i ve onun kurtuluş illüzyonu yaratan düzeneklerini iyi olmaya ikna edemezsiniz. Matrix’e ve düzeneklerine karşı direnebilmek ve savaşabilmek için oyunun kurallarını anlamak gerekir ve oyun içinde oyun vardır: her aşma hareketine yanıt olarak Matrix kendini yenileyebilir. Uzun süre şu ya da bu düzeyde mutlak asimilasyonun hizmetinde çalışan düzenekler artık alt-kültür Kürtçülüğünün düzenekleri gibi de çalışmaya adaydırlar.
“Emek eksenli” ya da “emek öncelikli” denilen tarzın niçin mutlak asimilasyoncu seçeneğe ya da alt-kültür Kürtçülüğüne hizmet ettiğini biraz daha açmaya çalışalım. Kürt hareketinin sınıf-eksenli duruşta zaaf içerdiği tespiti bir suçlamadır ve milliyetçilik ideolojisinin işçi sınıfı ideolojisine üstün olması çerçevesinde yorumlanır. Buradan hareketle, Kürt hareketinin ideolojik giysisini değiştirmesi, proleteryadan yana sınıfsal seçeneğini açıkça belirtmesi, Müslüman Kürtlerin ve Kürt burjuvazisinin etkinliğinin geriletilmesi gibi talepler ardarda sıralanır. Ancak bu şekilde davrandığında Kürt hareketi gerçekten sosyalist olma hakkını elde edecek, emperyalizmle işbirliği yaptığına dair kuşkuları giderebilecek, ve en önemlisi Türk soluna rüştünü ispatlama onuruna erişecektir.
Saldırgan ya da yumuşak biçimlerde ifade edilen milliyetçilik suçlamasında ortaklaşan eleştirinin “kimlik saplantılı” Kürtler üzerindeki etkisi aşağı yukarı aynıdır. Binbir kılığa girme becerisine sahip asimilasyoncu politikayla karşı karşıya kalındığı düşüncesi hemen uyanır. Bununla birlikte, kafa karışıklığı da yaşanır; en azından, özgürlükçü ve sosyalist öncülleri Kürt özgürleşmesinin ideolojik parametreleri olarak kabul edenler Kürt hareketinde sınıf vurgusunun niçin zayıf kaldığının düşünme gereği duyarlar. Üstelik bu, onca sosyalist vurguya rağmen olan bitendir.
Bir adım daha atıp şu soruları soralım: 1) Kimlik vurgusu öne çıkarıldığında, niçin Kürtlük emek-eksenli duruştan taviz verme eğilimine girmektedir? 2) Emek-eksenli duruş öne çıkarıldığında niçin Kürtlük taviz verilmesi gereken bir hal almaktadır?
Sınıfsal konumlanmanın ekonomik soyutlama düzeyinde ele alındığı durumda, bu soruları ideolojik seçenekler düzeyinde yanıtlamak makul görünür. Sınıf kimliği, işyeri kültürü gibi terimlerle konuşulmaya başlandığında ise ideolojik seçeneklere indirgenmiş yanıtların yanıltıcı olduğu görülecektir. Örneğin sözkonusu işçiler olduğunda, Kürt kimliğinin proleterleşmenin kaygan zeminde şekillendiği ve sendikaların etkili olmadığı işçi tabakaları arasında (inşaat işçileri, mevsimlik tarım işçileri, tekstil atölyelerinde köleliğe yakın koşullarda çalışan işçiler vs.) daha belirgin bir karakter kazanması rastlantı mıdır? Yukarda sorulan her iki sorunun yanıtı da şu önermeyle bağlantılıdır: Kapitalist modernleşmenin ekonomik birimleri yalnızca sömürü değil, aynı zamanda etnik-kırım mekanizmaları olarak işler; dahası, ekonomik ve sosyal haklar alanında kazanımlar sağlayan kurumlar da etnik-kırımın hizmetindedir.
Gayet normal olarak, Kürt hareketi sınıfsal kayganlığa ve belirsizliğe sahip, temelde zora dayalı düşürülmüşlüğün yaşandığı ama asimilasyon mekanizmalarının etki gücünün zayıf kaldığı coğrafyada ve toplumsal zeminde yükselmiş, ve bu yükseliş sayesindedir ki Türki modern kurumlar içinde konumlanan Kürt kitlesinin asimilasyon süreci sekteye uğramış ve Kürtlük adına harekete geçmelerinin önü açılmıştır. Bu basit olarak ideolojik bir seçim değil, nesnel bir durumdur. Bir bedel ödenmiştir elbette: Türki modern kurumlar içinde konumlanan Kürtlerin etnik vurguyu arttırmaları oranında, örneğin sömürü karşıtı mücadeleye ekonomik indirgemecilikten farklı bir biçim vermeleri gerektiği ve yeni bir sınıf kültürü yaratmalarının zorunlu olduğu pek anlaşılamamıştır. Siyaseten devletçi beklentilerle oyalanma yaşanmış, isyancı toplumsal katmanların doğal bir parçası da olunamamış, ve sonuçta, öznelerinin “mücadele kaçkını”olarak dahi nitelenebildiği bir alt-kültür Kürtçülüğü yaygınlık kazanmıştır. Benzer bir durumun Kürt bölgelerinde ağır baskı altında tutulan Kürt kurumlarının Türkiye’nin batısındaki şubeler ve genel olarak diyasporadaki kurumlar için de geçerli olduğu söylenebilir. Savaş sırasında, asimilasyonun sekteye uğratıldığı Türki modern kurumlar ve yurt içinde ve dışında görece rahat faaliyet gösteren Kürt kurumları çeşitli biçimlerde alt-kültür Kürtçülüğüne yataklık eder hale gelmişlerdir. Dolayısıyla, devletleşme gündemden düştüğü oranda, liberal seçeneğin etkisini kolayca yayabildiği Kürdi bir toplum tabanı şekillenmiştir.
Alt-kültür Kürtçülüğüne bir de Türk solu çerçevesinde değinelim. “Türk solu” kavramının niçin rahatsız edici olduğu biliniyor. Bu kavram, Türkiye’deki pek çok sol örgütün devletin asimilasyon politikasına ciddi bir şekilde karşı durmak bir yana, örgüt içi pratiklerinde dahi devlet gibi çalıştıklarını ima etmek için kullanılır. Bu durumun ortaya çıkmasında Kürt kökenli militanların tavrının da belirleyici olduğu, örneğin enternasyonalizm söyleminin demagojik kullanımına başvurarak gönüllü devşirme adayları gibi davrandıkları, bu sayede örgütsel hiyerarşilerde önemli pozisyonları işgal ettikleri inkar edilemez. Fakat, Türk sol örgütlerinin niçin asimilasyon mekanizmaları haline geldikleri sorusunu yanıtlarken, işyeri ve sendikaların aynı zamanda etnik-kırım makinaları olarak işledikleri tespitini esas alan bir mücadele gündemine hiçbir zaman sahip olmadıklarını farketmek daha önemlidir. En radikal ya da tavizsiz görünen siyasal yapılar dahi bu şekilde işletilmişlerdir. Ekonomik soyutlamacılığa ve indirgemeciliğe dayalı sınıf-eksenli duruş, pratikte etnik-kırımı örtülü ya da açık olarak onaylamış ve içselleştirmiştir. Türk sol örgütleri arasında Kemalizmle arasına mesafe koyma çabası içinde olanlar ise, aslında liberal seçeneğin müjdecisi olmak gibi bir işleve sahip olmuşlar, örgüt içinde Kürtlüğün bir alt-kültür olarak yaşanmasına izin vermenin ötesine geçememişlerdir. Uzun süre isyana mahkum edilmiş Kürtlük “realite” haline geldiğinde, mutlak asimilasyoncu seçenekle bağı zayıflayan sol muhalif kurumların, liberal seçenek gücünü hissettirdikçe bir alt-kültür olarak Kürtlüğü ve kendi Kürtlerinin alt-Kürtçülüğünü keşfetmeye başlamaları normal karşılanmalıdır.[11]
3. Yaşam-tarzı özgürlükçü[12] alt-kültür Kürtçülüğü
Yaşam-tarzı özgürlükçülük, liberal seçeneğin durumu kurtarmaya yetmediği aşamada ve liberal seçeneğin ajanı olarak işlev kazanır. Nasıl ki liberal seçenek yukarıdan küreselleşemenin ajanlığını yaparak demokratik çok-kültürcülüğün altını oyuyorsa, yaşam-tarzı özgürlükçülük de liberal seçeneğin ajanlığını yaparak, toplum tabanındaki özgürlükçü arayışları sistem içine çekip zararsız hale getirerek bir kez daha demokratik çok-kültürcülüğün altını oyar ve çok-alt-kültürcülüğün toplum tabanında çoğaltılarak yayılmasını sağlar. Yaşam-tarzı özgürlükçülük liberal seçenekle birlikte ve sistemin emniyet sübabı olarak varolur.
“Ben Kürdüm, ben kadınım, ben anneyim, ben devrimciyim, ben özgürlükçüyüm, ben demokratım, ben emekçiyim, ben sendikacıyım, ben partiliyim….” Sonsuza kadar uzayıp giden bu listeyi kimliği olarak sunan kişi, gerçekte rant mekanizmalarına da bulaşmış sendikacı bir bürokrattı. Yıllar önce partisinin varoşlardaki Kürtlerden oy almasının çok zor olduğunu, Kürtlerin bambaşka bir gündemle meşgul olduğunu teslim ediyordu ve çok kızdığında “Ben Kürt değilim” diyordu. PKK milliyetçiydi ve öyleyse MHP’den ne farkı vardı? Üstelik teröristti. Ama yanlış anlaşılmasındı, aslında Kürtlerle çalışmaktan çok memnundu. Sendikadaki yardımcısı çok efendi, çok çalışkan bir çocuktu. Tek kusuru milli kimlik saplantısından kurtulamamış olmasıydı. Kafka’nın romanlarından fırlamış bir yaratığın sayıklamalarını andıran bu sözlerin sahibi işini, yani liberal seçeneğin taşeronluğunu yapıyordu. Bir zamanların devrimci kadroları liberalize olurken liberal olmayı başaramıyorlar, yaratıklaşıyorlardı; nihilizmin pençesinde kıvranırken, rantın her çeşidine dayalı bir “özgürlüğe” doğru hızla yol alıyorlardı. “Bu yolun yolcusu olmamak lazım.” Bu sözü söyleyen Kürt hareketinin de kapısını çalan tehlikeyi gören biriydi.
Liberal seçeneğin taşeronları (yaratıkları), yaşam-tarzı özgürlükçülüğün hamisi, örgütleyicisi, ve kışkırtıcısıdırlar. Kürtlük sözkonusu olduğunda amaç, sistemin “efendi” ve “çalışkan” Kürtlerini, yani alt-kültür Kürtçülerini yaratmaktır. Yaratıklar seferber olmuş bu tasarının peşinde koşmaktadırlar. Yaşam-tarzı özgürlükçülük emekçi kesimlerin de kesiştiği çeşitli orta sınıf katmanları arasında ortaya çıkan özgürlük arayışlarını etkisiz hale getirmek için birebirdir: “Her şeye rağmen hayatın tadını çıkarın. Merak etmeyin, sizin için her bütçeye uygun ‘özgürlük’ seçenekleri hazırlamaya çalıştık.”
Alt-kültür Kürtçülüğünün Türki versiyonunu müjdeleyen ve kadınların cephesindeki özgürlük arayışını yozlaştırmanın bir örneğini de oluşturan yaşam-tarzı özgürlükçü bir pratiği kısaca ele alalım. Kendini bir sendika gecesinin bir gösteri “fragmanı” olarak ifade eden bu pratik bir kadın arkadaşın şu gözlemine yol açmıştır: tiyatro adına sahnede olup bitenler KESK’li kadınların, feministlerin, ve Kürtlerin aşağılanmasından başka bir şey değildi ve ne yazık ki sendikamız böylesi bir gösteriye sahiplik etmiştir. Gözlemin aktarımı daha ağır terimlerle sürdürülmüştür: kadın cinsi adına sahneye sürülen hafifmeşreplik olmuştur. Başka bir gözlem de şudur: sol promosyon adına gösteriye çağrılan, erkek “rejisörün” dizinin dibine çömelerek “fragman” hakkında bir yazı yazmasını talep ettiği kadın eleştirmenin kafası karışmıştır ve gösteride bir tuhaflık olduğu hissiyatı yaşamaktadır.
Yaşam-tarzı özgürlükçü pratiğin alabildiğine seviyesiz bir örneğini veren bu tablo, aktarılan gözlemler çoğaltılarak çok daha ayrıntılı işlenebilir ve sol camianın bir mini-skandalı olarak ortaya atılabilir. Fakat konumuz açısından asıl önemli olan “fragmanı” sahneleyen kadın topluluğunun kendini bir erkek “rejisörün” yönetiminde “feminist”, “ajit-prop” vs. bir tiyatro politikasına sahip olduğunu ilan ederek şu adı benimsemiş olmasıdır: “Kadınlar Sahnesi / Şanoya Jinan”. Gerçi toplulukta Kürt kadınlarının olup olmadığı bilinmemektedir, ama en azından Ermeni kadınların varlığına dair rivayetler dolaşmaktadır. Onların hakkının yenmesinin topluluk açısından bir zaaf oluşturduğu açık olmakla birlikte, ad verilirken devreye giren temel içgüdü doğrudur: liberal seçeneğin çok-alt-kültürcülüğü üretme işlevine şu azınlık cenderesinde boğulan Ermenilerden değil, başedilmesi güç nüfus baskısıyla Kürtlerden başlayarak hız kazandırmak, özgürlük arayışlarının radikal biçimler alabileceği ve örgütlü biçimler edinebileceği toplum tabanından bir katkı sunmak, ve bunu sendika yönetimini ve mümkünse sol basını da taşeronlaştırarak yapmak. Resmi kurumsal statüye evrildikçe sendikaya hakim hale gelen, yurtsever emekçilerin kendi özgünlüklerini ortaya koyma becerisi gösteremedikleri ve hatta içinde erime eğilimine girdikleri yasalcı (dolayısıyla konformist) bir işleyişe sahip sol bürokratik liberal düzeneğin bu tip yaşam-tarzı özgürlükçü pratikleri ve uçucu yapıları himaye etmek istemesi kendi karakterine tamamen uygundur.
Kürt kimliği ve kültürü önündeki belirleyici bir handikap, manevra şansının çoğalmasına rağmen, etnik-kırım düzeneklerinin rutin gündemine takılıp kalma, pozitif ayrımcılığa ve demokratik çok-kültürcülüğe dayalı üretken bir kültür politikası geliştirememe olmuştu. Eğer ortada kendini yeni döneme hazırlayan, legalizm-illegalizm ikilemini aşan, etkin ve örgütlü bir taban oluşumu yoksa, uygun ortam oluştuğu anda (liberal seçeneğin yükselişi), sistem hâlâ dönüştüremediği ama seçenek üretmekte gecikmiş son “virüsleri” de bünyesinden atarak kendini yenileme becerisi gösterecektir. Bunu liberal seçeneğin taşeronlarını (yaratıklarını) üreterek ve onların kışkırttığı yaşam-tarzı özgürlükçülüğü toplum tabanına yayarak yapacaktır. Bu durumun önüne geçmesi beklenen ideallere bağlı militan kadroların toplum tabanını sürü gibi gören anlayışa fazlasıyla prim vermeleri ve aşırı bir özgüven duygusuyla hareket etmeleri, kendilerine biçtikleri rolün sistem lehine dönüşümünü de içeren hiç ummadıkları sonuçlara neden olmaktadır.[13]
Bu oyun önce demokratik değerleri içselleştiremeyen sol muhalefet, daha sonra da faşizan önyargılarından kurtulamayan İslam muhalefeti içinde sahnelendi ve sonuç alındı. Bunlar olup biterken insanlığın özgürlük arayışı sırasında yaratılan değerlerin içi boşaltıldı ve çarçur edildi. Aynı oyun Kürt hareketi bünyesinde de sahneleniyor, ama bu defa sistemin işi o kadar kolay değil ve bunu o da biliyor; çünkü, “çürütme” stratejisi sadece orda burda değil, başta Ortadoğu olmak üzere küresel sahnede sonuç almak zorunda.
***
Liberal seçeneğin alt-kültür Kürtçülüğünü kışkırtması liberalizmle her düzeyde bir kopuşu mu gerektiriyor? Eğer böyleyse niçin Kürt hareketi her zaman liberal kesimleri imhacı ve mutlak asimilasyoncu elitlere karşı bir cephenin kurucu unsuru olmaya davet etti? Bu soruya verilen bir yanıt, Kürt burjuvazisinin Kürt hareketi içinde etkili olduğu şeklindedir. Zaten radikal solun bir amacı da Kürt hareketinin sosyalist kadrolarını ve dayandığı yoksul tabakaları Kürt burjuvazisi karşısında tavır almaya zorlamaktır. Böylece, Kürt hareketi iyice sola kayacak ve kitlesel olarak iyiden iyiye daralmış radikal sol muhalefet için kalabalık bir insan deposu işlevi de görecektir. Burada, Kürt hareketine beyin olmaya çalışmaktan kalabalık ve sistem-karşıtı eğilimler taşıyan Kürt kitlesinden nemalanmaya değişik eğilimler ortaya çıkmıştır.
Buna karşılık, liberal kesimleri ittifak unsuru olarak değerlendirme arzusunu haklılaştırmanın en kolay yolu, mücadele edilen gücün faşizan niteliğini vurgulamaktır. Faşizme karşı mücadele son derece esnek bir ittifaklar politikasına ihtiyaç duyar. İmhacı ve mutlak asimilasyoncu elitlerin Kürt sorununu “bitirme” iddiaları geçersizleşip liberal seçenek yükselişe geçtiğine göre, benzer bir ittifaklar politikası sürdürülebilir mi?
Bu, liberal seçeneğin hangi versiyonu ile karşı karşıya kalındığı ile ilgili bir meseledir. Devletin imhacı ve mutlak asimilasyoncu kanadına yaranma derdi olan liberal seçenek bir ittifak arayışının unsuru olmayacaktır, ama liberal seçeneğin “Kuyucu Murat Paşa” yöntemlerine kökten karşı duruş sergileyen versiyonunun çeşitli düzeylerde ittifak unsuru olarak değerlendirilmesi makuldur. Ayrıca, Özgürlük Hareketi’nin esas olarak bir insanlık projesi geliştirmeye çalıştığı düşünülecek olursa, Kürt hareketinin liberal eğilim taşıyan iç unsurlarının (yaratıkların değil) sürekli birbirini besleyen yasalcılığı, devletçiliği, ve alt-kültürcülüğü dayatmamaları önem kazanmaktadır – tasfiyesi değil. Eğer ortada yaratıklar değil de tutarlı olmaya çalışan liberal eğilimli Kürtler varsa ciddi bir sorun yaşanmaz; çünkü, devletin ve devlet iktidarının rolü konusunda anlaşmazlık yaşansa da, en azından alt-kültür Kürtçülüğüne teslim olmama noktasında bir buluşma zemininin inşa edilebilmesi gerekir.
Liberal seçenekle ilişki kurarken ortaya çıkan asıl sorun, Kürt aydınlanması ve demokratik çok-kültürcülüğe dayalı politikalar doğrultusunda yaratılmak ya da dönüştürülmek istenen modern kurumların alt-kültür Kürtçülüğüne ve çok-alt-kültürcülüğe teslim olma eğiliminin güçlenmesidir. Demokratik ve katılımcı bir ittifaklar politikası geliştirelim derken, taraf olarak rengini ya da sesini yitirme yaşanabilmekte, klasik solculuk ile liberalizm arasında gidip gelen şekilsiz bir söylem kurgulanabilmektedir. Bu bakımdan, 2002 erken genel seçimleri oldukça öğreticidir. Sol Blok bir kazanım olmuş, ama toplumun geniş kesimlerine yönelmeye çalışırken kullanılan söylem klasik solculuğun ve liberal seçeneğin ana hatlarını biçimlendirdiği popülizmin sınırları içine hapsolmuştur. Ve en büyük hayal kırıklığı Kürt bölgelerinde yaşanmıştır; çünkü, Batı’nın açmazları ve hayalciliği dönüp bu bölgelerin çok daha ileri kazanımlarını vurmuştur. Dünyada çok küçük bir azınlığın çıkarı için sahnelenen yukarıdan küreselleşme karşısında yapıcı bir insanlık projesi geliştirmek klasik solculuğun ve popülizmin altından kalkabileceği bir iş değildir.
Eğer Özgürlük Hareketi klasik solculuğun sınıf, devlet, kadın, ve din analizine ilişkin önyargılarına takılıp kalsaydı, Kürt hareketi çoktan çözülür ve nostalji devrimciliğine hatırı sayılır bir kadro transferi gerçekleştirmiş olurdu. Özgürlük Hareketi’nin liberalize olmasını neyin önlediği sorusunun yanıtı ise, devlete ilişkin yaklaşımında gizlidir. Bu konuda Özgürlük Hareketi değişik aşamalardan geçmiştir. Gelinen son aşamada, inşa edilen vizyonu liberalizmle bağdaştırmak hiç mi hiç mümkün görünmemektedir:
“Ezilen sınıf diktatörlüğü de dahil, her devlet doğalında eşitsizlik ve özgürsüzlükle sonuçlanmak durumundadır. Çünkü devletin temel mantık ve dokularında bu gerçeklik esastır. Eşitleştiren, özgürleştiren devlet olamaz. […] bu demek değildir ki, sınırlı eşitlik ve özgürlük amacına hiç katkıda bulunamazlar. Mevzii ve dönemsel bu tür özellikleri kazanabilirler. Ama bu özellikler asli olmayıp geçici karakterdedirler. […] Ezilenlerin tümünün, bir dağ ve orman kovuğundan çöl kabilesine, köleden işçiye, cinsiyet ezileninden çevreciye, çocuk, genç ve yaşlı katmanlaşmasına kadar bileşik bir sistem arayışına hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar ihtiyaç vardır. Devlet sosyalitesinin zihniyet ve siyaset-askerlik yöntemlerine düşmeyen, o sınırlara koşmayan, kendi doğalarına uygun hem zihniyet hem de politik yapılanmalarını oluşturmaları gerekir. Bu temelde tarih ve gelenek, araştırma ve bilinçlendirme, mantık kazanma çabalarıyla en geniş Demokratik Ekolojik Toplum Koordinasyonlarını teşkil etmeleri gerekir. Klasik sol ve liberal kalıplarla hiç vakit harcamamak, verimlilik ve boş çarpıtmalara uğramamak açısından önemlidir. Küresel sistem bunalımına karşı küresel bir demokratik ekolojik hareket insanlık için gittikçe aciliyet kazanmaktadır.”[14]
[1] Bazı anlatılar bu kitabı kimin önce yayınlayacağı konusunda Kürt örgütleri arasında bir yarışın yaşandığını göstermektedir. Kitabın Türkçe çevirisi için girişimde bulunan DDKD çevresinin bu yarışı nasıl kaybettiğine dair hikaye ilginçtir: Çeviri için profesyonel bir Fransızca çevirmen bulunur. Çevirmen oldukça kültürlü ve nazik bir İstanbul hanımefendisidir. Önce çeviri sorunsuz devam eder. Bölümler düzenli olarak çevrilmekte ve teslim edilmekte, ödemeler ise aksatılmaksızın yapılmaktadır. Fakat bir gün çevirmen bu işi daha fazla yapamayacağını söyler. Özür diler ve o zamana kadar aldığı paraların tamamını iade eder. Niçin çeviriye devam etmek istemediği sorulduğunda şu yanıtı verir: Ne zaman kitabı çevirmeye otursam vatana ihanet ettiğim duygusunu yaşıyorum.
[2] “[…] ce que nous montrent les Sauvages, c’est l’effort permanent pour empêcher les chefs d’être des chefs, c’est le refus de l’unification, c’est le travail de conjuration de l’Un, de l’Etat. L’histoire des peuples qui ont une histoire est, dit-on, l’histoire de la lutte des classes. L’histoire des peuples sans histoire, dira-t-on avec autant de vérité au moins, l’histoire de leur lutte contre l’Etat.” (Clastres, Pierre, “La Société Contre L’Etat”, Les Editions De Minuit, Paris 1974, p: 186)
[3] Öcalan, Abdullah, “Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru”, Cilt II, Mem Yayınları, İstanbul 2001, sf: 34
[4] ibid., sf: 48
[5] ibid., sf: 48
[6] Mem, H., “Üçüncü Öğretmen Xani”, İstanbul Kürt Enstitüsü Yayınları, İstanbul 2002, sf: 97-98
[7] Chomsky, Noam, “11 Eylül ve Sonrası: Dünya Nereye Gidiyor”, Aram Yayıncılık, İstanbul 2002, sf: 201
[8] İki Sait çatışması….
[9] SSCB merkezli dünya sosyalist devletler sisteminin çözülmesinin ardından, Kürtçü çevrelerde görüş değişikliklerinin nasıl yaşandığını anlamak açısından, yaklaşık otuz yıl devletçi sosyalist çizgide Kürtçülük yapmış bir Kürt aydınının yaptığı açıklama oldukça çarpıcıdır: “Biz sosyalizmi bırakmadık ki, sosyalizm bizi bıraktı.”
[10] Meseleyi, örneğin turizm bağlamında bir ölçüde somutlaştırmak için, son Diyarbakır Festivali sırasında yapılan bir gözlemi aktaralım: “…”
[11] Bugün, Kürtlere ve Kürt kültürüne belirgin bir açılım gösterme noktasında, Sol Blok’un iki bileşeni – SDP ve EMEP – ciddi bir çaba içinde görünüyor. SDP daha ziyade particilik düzeyinde, verili haliyle oldukça dar ve kısır kalmaya mahkum görünen bir yol izliyor. Buna karşılık EMEP, özellikle basın yayın alanında sahip olduğu kurumsal gelenek ve çeşitlilik sayesinde, kültürel bir açılımın da adayı haline geliyor. SDP’nin halihazırda particiliği aşamayan, dolayısıyla Kürtlere ve Kürt kültürüne yaklaşım bakımından bir yenilik içermeyen tarzı bir kenara bırakılacak olursa, uzun süre emek öncelikli siyasetin bayraktarlığını yapmış EMEP’in yeni dönem alt-kültür Kürtçülüğünün kışkırtıldığı bir odak haline gelip gelmeyeceğini takip etmek önem kazanmaktadır. Ve bu, tek başına EMEP’in ve kendi içinde ve çevresinde konumlanmış Kürtlerin sorunu değildir. Özellikle bir noktanın önemli olduğunu söyleyebiliriz: EMEP’in dayanışma ve birlikte iş yapma esprisinden hareketle kültürel olarak ilişkilenmeye özen gösterdiği Kürt aydın ve kurumlarının alt-kültür Kürtçülüğüne önlem alma konusunda ne kadar dikkatli, örgütlü, açılıma hazır, ve üretken olabildikleri. Alt-kültür Kürtçülüğüne ya da daha genel olarak çok-alt-kültürcülüğe dayalı politikaları etkisizleştirmek için yola çıkmak, iyi niyete dayalı jest ve etkinliklerin ötesinde, derin ve çeşitlilik içeren çözümlemelere ihtiyaç duyan zorlu bir mücadele alanı açmak demektir.
[12] Yaşam-tarzı (life-style) özgürlükçülük, anarşizan ve özgürlükçü pek çok öncülü birey-merkezli ya da grup-merkezli bir yaşam tarzına yedirmeyi dener. Toplumsal-politik evrende etkin rollerin üstlenilmesi ya reddedilir ya ertelenir ya da büyük ölçüde talileştirilir. Bu nedenle, sosyal özgürlükçülüğün altını oyan bir işlev üstlenir. Bu konudaki bir tartışma için bkz., Toplumsal Anarşizm Mi Yaşamtarzı Anarşizm Mi, Murray Bookchin, Kaos Yayınları, 1998, İstanbul.
[13] 14 Haziran 2003 tarihinde, barış ve genel af için çeşitli kampanyaların düzenlendiği süreçte, DEHAP İstanbul İl Kadın Kolları Yöneticisi Gülbahar Gündüz’ün polis olduğunu bildiren kişilerce kaçırılıp işkence ve tecavüze uğraması sistemin virüs olarak gördüğü ve toplumdan izole etmek istediği unsurları bünyesinden atma girişimiydi. Ve bu olayı protesto etme sürecinde yapılan bir gözlem: suç duyurusunun yapılacağı yere giden bir kadın sendikacı aktivist dönüşünde bezgin görünüyordu. “Biz solcular,” diyordu, “duyarlılığımızı yitirdik. Suç duyurusuna bizim sendikadan sadece üç kişi geldi.” Bu kadın sendikacı aktivist, feminist, ajit-prop, ve çok-kültürcü tiyatro adına bir manifesto yayınlayan ve adını “Kadınlar Sahnesi / Şanoya Jinan” koyarak yola devam etme azmini gösteren topluluğun da bünyesinde yeraldığı sendikaya üyeydi. Sendikanın feminist, ajit-prop, ve çok-kültürcü kadın topluluğu ve erkek rejisörü suç duyurusu eyleminde yokluğa karışmışlardı. Oysa ajit-prop tiyatronun gerçek sahnesinin sokaklar ve meydanlar olduğunu bu işlerden biraz olsun anlayanlar bilirler. Ama protesto türü bu tip eylemlerle uğraşmak, her zaman olduğu gibi, bir kısmı bu toplulukta da faaliyet gösteren az sayıda sendikacı aktiviste kalmıştı – kültür-sanat faaliyetlerini canlandırmak adına himaye edilen liberal seçeneğin taşeronlarına (yaratıklarına) değil. Topluluğun asli işlevi sendikanın yıl sonu kültür-sanat gecelerinde, erkek-egemen imgelemin arzusuna – şu “hafifmeşreplik” imgesinin kaynağı – uygun olarak biçimlenen kadını feminizm adına sahneye sürmekti. Bir basın açıklamasından dönen bezgin bir kadın sendikacı aktivist, sendikadaki bürokratik düzeneğin bir parçasına dönüşmüş ve tabandan yoksun bir kadın komisyonu, ve sendika gecelerinde boy gösteren, seyirci ve kendi üyeleri nezdinde kadının özgürlük arayışını dejenere eden bir tiyatro topluluğu – bu üçlü birbirini tamamlıyor ve “işte mini bir Matrix düzeneği” dedirtecek bir oyunun varlığına işaret ediyor.
[14] Öcalan, A., “Çağdaş Sokrates Savunması II”, Yeniden Özgür Gündem, 17 Haziran 2003
İlk yorum yapan siz olun