TC devleti bir iç hesaplaşmayı yaşıyor. Bu hesaplaşma, güya PKK’ye ağır bir darbe vurmak üzere düzenlenen Güneş Operasyonu bitirildiğinde su yüzüne çıktı. Normalde, ana akım medyanın sınır ötesi kara harekâtının aslında ne kadar başarılı olduğunu anlatan bir ajitasyon ve propaganda faaliyeti yürütmesi gerekiyordu. Fakat, Milliyet gazetesi yayın yönetmeni Sedat Ergin’in altını çizdiği gibi medyada bir “algı yönetimi” zaafı yaşanmıştı. Genelkurmayın uyarılarına rağmen, Güneş Operasyonu kalıcı ve PKK dağıtılana dek sürecek bir işgal harekâtı gibi yansıtılmıştı.
Ana akım medyanın Güneş Operasyonu’nu abartılı ve gerçeklerden uzak bir şekilde sunmasının nedenleri tam olarak aydınlatılabilmiş değil. Bununla birlikte, beceriksizliğin basit bir “algı yönetimi” hatası olmadığı söylenebilir. Muhtemelen, başta ABD olmak üzere Batılı emperyal güç odaklarının gösterdiği müsamahanın sınırları zorlanmak istendi ve “Güney Kürdistan’a istediğimiz gibi girer çıkarız, istediğimiz kadar kalırız!” yaklaşımının uygulanabilirliği test edildi. Sonuç başarısızlık oldu: Washington yönetimi sınırların zorlanmaması için baskılarını yoğunlaştırdı ve Güneş Operasyonu bir işgalin başlangıcı değil, sekiz günlük başarısız bir taktik harekât olarak tarihe geçti.
ABD yönetimi ile anlaşmalı hareket eden TSK’nin sınırları zorlaması ve genel seçim öncesinde olduğu gibi hükümet tarafından elinin kolunun bağlandığını iddia etmesi zaten mümkün değildi. Artık Genelkurmay Kızıl Elma koalisyonunun sağlam bir bileşeni değildi; öyle ki, Kızıl Elma koalisyonunun bir bileşeni olarak devlet içinde devlet gibi örgütlenen ve yasa dışı devlet terörünü de uygulamaktan sorumlu Ergenekon çetesinin tasfiyesine yeşil ışık yakmıştı.
Kızıl Elma koalisyonunun meclisteki bileşenleri olmayı sürdüren CHP ve MHP’nin sınır ötesi kara harekâtında yaşanan taktik başarısızlığa ortak olmayı reddetmeleri ve fırsatçı bir yaklaşımla AKP’nin devleti yönetmekten aciz bir parti olduğunu göstermeye çalışmaları, ister istemez AKP ile Genelkurmay arasındaki uzlaşmanın her iki bileşenini de hedef tahtasına oturttu. CHP’ye göre sınır ötesi harekâtı bitiren ABD idi; böylece, TSK’nin ABD’nin emirlerine uyduğu kabul edilmiş oluyordu. MHP bir adım daha atarak operasyon sırasında TSK’den gelen açıklamaların PKK’yi terörist değil, askeri bir güç olarak gösterdiğini ilan etti. Her ne kadar CHP ve MHP esas olarak AKP hükümetini suçladıklarını iddia etseler de, devlet yönetiminde birinci dereceden rollere sahip Genelkurmayı da karşılarına alacak açıklamalar yapmış oldular.
Genelkurmayın Kürt sorununda inisiyatifi devralması karşılığında AKP ile uzlaşması ve genel seçim sonrasında CHP-MHP hükümetini kurmayı hedefleyen, ama seçim sandığına toslayan Kızıl Elma koalisyonunu yarı yolda bırakması hazmedilememişti. (Genel seçim sonrasında medya aracılığıyla Yaşar Büyükanıt’ın istifasının istenmesine varan gelişmelerin hatırlanmasında fayda var.) Sınır ötesi operasyon vesilesiyle Genelkurmayı da itibarsızlaştıran CHP ve MHP’nin açıklamalarına, sonunda Genelkurmay da yanıt vermek zorunda kaldı: Bizzat Yaşar Büyükanıt’ın sahiplendiği Genelkurmay açıklamasında, MHP ve CHP neredeyse vatan haini ilan edildi. O gün bugündür, devlet yönetiminde giderek yaygınlık ve derinlik kazanan bir istikrarsızlık sergileniyor.
İstikrarsızlık iki yönlüdür: Ergenekon örgütlenmesiyle bir yere varılamayacağını anlayan Genelkurmay Kızıl Elma Koalisyonu ile arasına mesafe koyup kısmen tasfiyesini de onaylayarak, ulusalcı cepheyi krize sokmuştur. Genelkurmayla uzlaşarak iktidarını sağlama almak isteyen AKP ise, AB’ye endeksli demokratikleşme programını kararlı bir şekilde uygulama sözünü tutmayarak neredeyse bir ara rejim hükümeti olmayı kabullenmiştir. AKP ile AB’ye endeksli demokratikleşme programının tavizsiz uygulanmasını savunan liberal seçkinler arasında meydana gelen gerilimin nedeni budur. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da sivil toplum örgütlerinin temsilcilerine söylediği ünlü “Bekâra karı boşamak kolay” sözü şöyle okunabilir: “Tamam, söyledikleriniz makul olabilir, ama Genelkurmayla sözlenmişken nasıl benden Kürt sorununu çözmemi bekleyebilirsiniz?”
Gelişmeler TC devletinin kendi dinamikleriyle bu krizden çıkmasının imkan dahilinde olmadığını gösteriyor. Durum traji-komik bir hal almış durumda: Uzlaşma yaratması ve kurumlar arası çatışmanın şiddetini azaltması beklenen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının siyasetten men edilmesini istediği siyasetçiler listesinde yer alıyor. Sermaye eksenli sivil toplum örgütleri tarafların geri adım atmasını talep ederek, durumu idare etmenin ötesinde bir çözüm öneremiyor. Ortada sol adına bir irade zaten yok: Ne Kürt oylarıyla meclise sokulan ve yaşanan devlet krizi hakkında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le tatlı yiyip tatlı konuştuğunu söyleyen ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’tan, ne de DİSK ya da KESK gibi demokratik kitle örgütlerinden inisiyatif alma yönünde bir çıkış yok. Üstelik, inisiyatif almamayı marifetmiş gibi sunarak “Bir şeyler yapılabilir mi?” sorusunu soran kitlelerin uyutulmasına katkı sunmakla meşguller. Sonuçta 12 Eylül’den beri bir türlü sonu gelmeyen ara rejim hükümetleri, Türkiye’nin kaderi olmayı sürdürüyor.
TC devletinin içine sürüklendiği istikrasızlığın şiddeti, muhtemelen ABD ve AB’nin çıkışlarıyla azaltılacaktır. Hem ABD hem AB tercihini AKP’den yana kullanıyor. AKP hükümetininin altının oyulması uluslararası kabule dayalı bir oyunun parçası değil. Oyunun kurallarını fazlasıyla kendine göre belirlemek isteyen Ergenekon çetesine dönük soruşturmanın kazandığı derinlik bunu gösteriyor. Buna karşılık, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın misilleme niteliğinde olduğu kabul edilen AKP soruşturmasının, aynı zamanda Ergenekon soruşturmasının kazandığı derinliğin önüne geçme amacı taşıdığını iddia etmek mümkün. Ergenekon soruşturmasının zaten son safhasına geçildiği ve yakında biteceği İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açıklandı. Böylece, soruşturmanın yüzeydeki olguları bile tam olarak teşhir edemeyeceği anlaşıldı.
Nasıl ki uluslararası piyasalarda meydana gelen çalkantılar Türkiye’nin ekonomik büyüme konusundaki açmazlarını göstermişse, devlet yönetiminde meydana gelen kriz de Türkiye’nin demokratikleşme yönündeki açmazlarını göstermiştir. Bu durumun anlaşılmasını kolaylaştıran en çarpıcı gelişmeler Kürt sorunu çerçevesinde ve güncel olarak Newroz gösterileri ve sonrasında yaşandı. Daha önce bazı yazılarımızda siyasi inisiyatifin Kürt hareketine geçmesini sağladığını söylediğimiz Güneş Operasyonu’nun ardından, Newroz kutlamalarının politize ve direnişçi bir karakter edinmesi öngörülebilir bir şeydi. Özellikle AKP’nin Kürtler adına umut olma imajının büyük yara aldığı bir siyasi atmosferde, devletin Newroz kutlamalarını zora sıkma ve yer yer engelleme tavrı, Newroz etkinliklerinin şenlik değil protesto gösterileri biçimi almasının yolunu döşedi. Elbette temel mesele DTP’nin çözümün adresi olarak İmralı’yı göstermesi ve Abdullah Öcalan’a açıktan sahip çıkmasıydı. Kitle temeli zayıf ve dağınık seyreden “Êdi bes ê!”eylemlerinin Newrozla bütünleşmesi, “PKK’siz çözüm” siyasetini boşa çıkarma adına başarılı sonuçlar üretti.
Kürt hareketinin ele geçirdiği siyasi inisiyatifi protestoların ötesine taşıyarak Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak bir halk dinamiği yaratmak üzere kullanma imkânı var mı? Devletin bu imkânın olmadığın göstermek üzere protesto gösterilerini kana bulaması ve DTP yöneticilerini guruplar halinde tutuklaması ana akım medyada bir Kürt kalkışması ya da kalkışma provasının doğal sonuçları olarak yorumlanıyor. Aşırı şiddet kullanımı eleştirileri ve bundan birkaç polisin sorumlu tutulması ise Kürtleri yatıştırma amacını güdüyor. Asıl dikkat edilmesi gereken siyasi yaklaşım belli: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül toplumsal kutuplaşmanın önüne geçmek üzere CHP ve MHP ile yaptığı görüşmelerde dikkatleri Kürdistan’daki gelişmelere çekiyor. PKK ve Kürt karşıtlığı, ne ileri ne geri gidebilen ve durumu idare etme siyasetine gömülen kurulu düzenin varlığını devam ettirebilmek için bir uzlaşma noktası haline getiriliyor.
Demokratikleşmeyi göstermelik ve sınırlı bir türban özgürlüğüne indirgeyerek anayasal demokratikleşmeyi gündemden düşüren AKP, Genelkurmay ve MHP çizgisine yakın durarak cumhurbaşkanlığı makamına kavuşmanın diyetini ödüyor. Diyet ödemenin elini verip kolunu kaptırmak olduğunu yeni anlamaya başlayan AKP, kendi tabanı dahil, demokratikleşme talep eden tüm toplum kesimlerini aldatarak faşizme meyilli, riyakar ve kişiliksiz yüzünü göstermektedir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de, Kürt hareketi tüm Türkiye toplumunu kapsayacak siyasi bir hat inşa etmeksizin Türkiye’nin demokratikleşme yolunda adım atamayacağını düşünüyorum. Kapsayıcı bir siyasi hat inşa etmek, sosyal açılımı olmayan ve topluma kapalı kadro cemaatleri haline gelen sol partilerin temsilcilerini Kürt oylarıyla meclise taşımak değil, Türkiye’nin batısına Kürt ve Kürdistan gerçekliğini anlatmak ve kurumsal yapıları kültürel çoğulcu bir perspektifle yeniden inşa etmektir. Türkleri Türk partilerine, Kürtleri Kürt partilerine havale eden, sonra da temelsiz ortak çatı parti tartışmalarına gömülen anlayış değiştirilmelidir. Başka bir deyişle, DTP gibi kurumlar kelimenin gerçek anlamında Türkiyeli olmalıdır. Bu, 2002 genel seçimlerine hazırlanırken heyecanla karşılanan, ama daha en baştan boşa çıkarılan bir projedir. Sonuç Kürt hareketinin bölgesel tepki gücü olarak kalması ve Türkiye’nin tamamını kapsayacak bir çözüm gücü olmaktan çıkmasıdır. Bu olumsuzluğun giderilmesine yatırım yapmak dışında, Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayabilecek bir toplumsal hareketin nasıl şekillenebileceğini en azından ben göremiyorum.
İlk yorum yapan siz olun