İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kürt Aydınının Sosyal Sorumluluğu

Kürt karşıtı ırkçı hezeyana “sivil” karakter kazandırıldığı ve geçici olarak Kürt avının olağanlaştığı günlerde, HPG-TSK çatışmasının dışında konum almaya çalışan ve işi “PKK teröristtir” demeye kadar götüren, bununla da kalmayıp militarist kampanyalara destek sunan Kürt “aydın” tavrını teşhir eden bir yazı yazmıştım. Sonrasında, mail ortamında Muhsin Kızılkaya ile kişiselleşen ve başlangıçta küfür de içeren bir karşılaşma yaşadık. Bana göre bu polemiğin kişiselleştirilmiş yanının kamusal açıdan ciddi hiçbir değeri yok. Fakat, bu polemiğe neden olan arka plandaki çeşitli tespit ve görüşler son derece önemli; çünkü, Kürt hareketinin yaşadığı aydınlanma krizi ve bunun toplumsal maliyetleri hakkında önemli ipuçları veriyor.

Özel yazışmalarımızda bizzat Muhsin Kızılkaya’ya söz verdiğim gibi, kendisinin de savunduğu bazı görüşlere daha fazla odaklanan bir tarzı öne çıkarmayı deneyeceğim. Mademki görüşlerini öne çıkarma ve tavrına açıklık getirme kaygısı taşıyan bir Kürt aydınıyla karşı karşıyayız; öyleyse, görüş ayrılıklarımız ne kadar derin olursa olsun, açıklayıcı olma kaygısını öne çıkaran yazılar yazmaya çalışmak doğru olacaktır görüşündeyim. Bu da bir üslup değişikliğini zorunlu kılıyor. 

Mesele dönüp dolaşıp “PKK’siz çözüm”e ya da PKK karşısında nasıl bir konum alınacağına geliyor. Bu da çok normal; ne de olsa on beş yılı aşkın bir süredir Kürt hareketini yöneten siyasi parti PKK. 

1990’larda, PKK’nin daha en baştan Kürt hareketine zarar verdiğini, hatta MİT dahil çeşitli gizli servislere hizmet etme dışında bir misyonu olmadığını ve Kürt halkının büyük acılar yaşadığı savaşın birinci dereceden sorumlusu olduğunu savunan görüşler öne sürüldü. PKK’ye muhalif siyasi çevreler ve aydınlar arasında bu görüşler yaygın olarak işlendi. 

2000’lerde bu koro daha farklı ve daha ılımlı sayılabilecek bir katılıma sahne oldu: Tamam, PKK iyi kötü son Kürt isyanını yönetmişti, ama artık misyonunu tamamlamıştı. Dolayısıyla, kendisini feshetme ve iktidarını yasal yapılara devretme zamanı gelmişti. 

Fakat, PKK varlığını sürdürme inadını sürdürdü. Üstelik, 2004 Haziranı’na gelindiğinde, savaşı yeniden tırmandırdı. PKK’ye muhalif siyasetçi ve aydın çevrelerine göre, PKK Türkiye’de demokrasinin gelişimine ve Kuzey Irak’ta ABD destekli Kürt Bölgesel Yönetimi’nin kazanımlarına zarar veriyordu. 

Sonuçta PKK’nin koşulsuz silah bırakması, sadece Türk aydınlarının değil, aklı başında Kürt aydınlarının da ortak bir talebiymiş gibi değerlendirildi. Daha doğrusu, ana-akım medya PKK‘nin varlığını meşru ve haklı kabul edenlerin karşısına, PKK’nin silahlı eylemlerinden hazzetmeyen Kürt aydınlarını dikmeyi uygun buluyordu. 

Kendisi daha kapsamlı bir açıklama yapabilir, ama Muhsin Kızılkaya da PKK’nin artık Kürt hareketine zararlı olduğunu düşünen aydınlar arasında yer alıyor. TSK-PKK çatışmasını da bu tespiti esas alarak yorumluyor. Buna karşılık ben “PKK’siz çözüm” anlayışının “Kürtsüz çözüm” anlayışının devamı olduğuna inanıyorum: 

Görüşümü kısaca özetleyecek olursam: Devlete hakim güçlerin hedefi, PKK’yi bitirmek değil Kürt siyasi temsiliyetini marjinalleştirmek ve hak arayışlarını sıfır noktasına yakın bir yerlerde tutmaktır. Aynı zamanda, Kürt hareketinin PKK tarafından iyi yönetilmediğini ve dar bir askeri çizgiye çekildiğine, ama PKK kendini dönüştürse de, yerine çok daha öngörü sahibi ve kapsayıcı başka bir siyasi yapı geçse de, devlet tarafından Kürtsüz çözüm politikasının, dolayısıyla yine isyan seçeneğinin dayatılacağına inanıyorum. 

PKK eleştirilecekse, yıllardır aldığı halk desteğine rağmen, devletin izlediği Kürtsüz çözüm politikasını boşa çıkarma konusundaki yanlış yönetimi nedeniyle eleştirilebilir. Bu eleştiri yapılırken de, asgari düzeyde dahi Kürt sorununu çözümsüzlüğe iten temel faktörün Türkiye’deki askeri vesayet rejimi olduğunu sürekli göz önünde bulundurmak gerekir. PKK olmasa işlerin daha bir yoluna gireceğini iddia etmek için, öncelikle PKK ile neyin yanlış gittiğini ortaya koymak ve bu yanlışı düzeltmek için çaba göstermek gerekiyor. 

Basit bir örnek verelim: 1990’lardaki kanlı iç savaş sırasında, milyonlarca Kürt yerinden yurdundan edildi. PKK’nin bu sosyal dönüşüme uygun yapıcı bir siyaset izlediği söylenebilir mi? Söylenemez. Bu kitleleri kapsayacak siyaset, sosyal dayanışma ve kültür kurumları inşa edilemedi ve Kürt hareketinden kitlesel kopmalar başladı. PKK çizgisindeki yasal Kürt partilerinin 2004 yerel seçimlerinden itibaren bariz hale gelen oy kayıpları bu olguya işaret etmektedir. Son dönemde PKK sanki bu sorun kendi sorunu değilmiş gibi AKP’ye ve Kürdistan’daki İslam gericiliğine ver yansın etmekte, Müslüman Kürt kitlelerinin kopuşunu adeta teşvik etmektedir. 

Peki hangi siyasi oluşum ya da aydın çevresi bu tip sorunlara el atıp PKK’ye alternatif bir çizgi geliştirebildi? Biraz hali vakti yerinde 100 Kürt siyasetçisi ya da aydını ortaya çıkıp bu sosyal yaraya dönük bir insani yardımlaşma ağı kursaydı, bugün gelinen nokta kuşkusuz çok farklı olurdu. Bu yapılamadı denilemez, yapılmadı. Bazı çabalar olduysa bile, bunlar bireysel kaldı. 

Zorla yerinden yurdundan edilen insanların haklarını savunmak ve gündemde tutmak üzere bir Kürt hukukçular birliği mi kuruldu? Sağlık sorunlarına yardımcı olmak üzere bir Kürt doktorlar birliği mi kuruldu? Anadilinde ve göç ettikleri şehirlerde ihtiyaç duydukları Türk dilinde okur yazar olmaları için bir Kürt öğretmenler birliği mi kuruldu? Örnekler çoğaltılabilir. 

Bütün bunlar Kürt aydınlarının sorumluluğunda olan işlerdi ve hâlâ öyle olmayı sürdürüyor. Bu sorumluluk yerine getirilmediği için, insan haklarına saygılı ve siyasi rüşvete tenezzül etmeyecek Türk aydınları da kazanılamadı. Oysa halklar arasındaki yapıcı ilişkilerin kurulması için belirleyici olan Kürt oy deposunun kimin için ve nasıl manipüle edileceği değil, insani dayanışmaydı. Çözümü de çözümsüzlüğü de PKK’de gören Kürt aydın zihniyeti, yalnızca sorumluluktan kaçıyor. Burada mesele halkı kurtarmak değil, halkın içinden konumlar alarak bir sosyal dayanışma hareketinin inşasında roller almaktır. 

Yıllarca Kürt isyanına liderlik yapan Abdullah Öcalan İmralı sürecinde Kürt hareketinin yaşadığı tıkanmayı tabii ki gördü ve parti ya da devlet aygıtlarının toplumsal işlevini daraltmayı hedefleyen liberal ve radikal özgürlükçü kuramlardan esinlenen bir dizi düşünce öne sürdü. Fakat, çok geçmeden, bu düşünceler ütopyacı bir dogmatizmin motifleri ve hayatta karşılığı olmayan bir siyasi ibadetin içi boş önermeleri haline geldi. Sadece bu gösterge bile, PKK’nin Kürt hareketini yönetme kapasitesinin sınırlarını ve perspektif darlığını ortaya koymaya yetiyordu. Buna karşılık, PKK’nin güdümünde olmayı kabul etmeyen Kürt aydınlarının PKK’ye rağmen Kürt toplumunda bir sosyal dayanışma hareketinin kurucu unsurları gibi hareket ettiği iddia edilebilir mi? PKK devletten şikayet ederken, onlar hem devletten hem PKK’den, ama daha çok PKK’den şikayet ediyorlardı. Madem ki PKK vaat ettiği gibi Kürtleri kurtaramıyordu; dolayısıyla, işlediği günahların da affedilir ya da müsamaha gösterilebilir bir yanı kalmamıştı. 

Mikrofon uzatıldığında Abdülmelik Fırat ve Kemal Burkay gibi yaşını başını almış Kürt siyasetçilerinin Abdullah Öcalan’a ve PKK’ye verip veriştirmeleri, ihtiyaç duyulduğunda Kürt siyasi magazin konularını Türk medyasının gündemine taşımasına izin verilen Ümit Fırat’ın Kürt liberal aydın tavrını temsil ettiğini iddia etmesi, hızını alamayarak PKK’nin terör örgütü olduğunu ilan eden Mehmet Metiner’in Kürt İslamcı liberal aydın duruşuyla övünç duyması, beterin de beteri vardır misali barış güvercinini oynayan Yılmaz Erdoğan’ın militarist kampanyalara para yardımında bulunması, Kürt aydın tavrının PKK’siz çözüme ilişkin çeşitlemeleridir. 

Bu tavırların tamamı aynı kefeye konulamaz elbette; örneğin PKK karşıtı terör retoriğine eklemlenmekle eklemlenmemek arasındaki sınır çizgisi, eleştirinin nerede başlayıp nerede bittiğini; dolayısıyla, eleştirel bir tavır almak açısından belirleyici bir eşiği temsil eder. Fakat, Kürt siyaset dünyasındaki ihanet retoriğinin akıl dışılığı, ortak bir akıl kurmayı ve makul bir eleştiri kültürünü neredeyse imkansız hale getirmektedir. 

Kürt aydın kimliğiyle Muhsin Kızılkaya’nın örneğin adına güzelleme niteliğinde bir kitap yazdığı Yılmaz Erdoğan’ın Mehmetçik Vakfı’na yaptığı para bağışı hakkında bir açıklama yapması, yüksek siyasete batmış ve sosyal sorumlulukların göz ardı edildiği aydın duruşunun aşılması açısından önemliydi. Ben Yılmaz Erdoğan’ın Kürt korucu aydın kimliği edindiğini gösteren net bir verinin oluştuğunu, kişiselci değil sosyolojik bir vaka olarak analiz edilmesinin daha önemli dolduğunu düşünüyorum. Muhsin Kızılkaya’nın bu tip konularda açıklamayı bana yapması gerekmiyor. Sürekli belirttiğim gibi, asıl kale alınması gereken kamudur. Biz zaten sorulanları yazıya döküyor ve bir netleşme sağlamaya çalışıyoruz. 

HPG-TSK çatışmasının niteliği ayrı bir tartışma konusudur. Her bir gerilla başına binlerce askerin düştüğü ve en başta ABD’nin TSK’nın hizmetine sunduğu yüksek teknolojili savaş araçlarının seferber edildiği bir savaşta PKK’nin dağlara yaslanarak geliştirdiği beklenmedik direnç, son dönemde üst düzey TSK yetkililerinin de altını çizdiği gibi, temelde PKK’nin hiç mahrum kalmadığı insan kaynaklarıyla bağlantılıdır. Başka bir deyişle, bugün yaşanmakta olan, süre giden ve hâlâ bastırılamayan Kürt isyanıdır. Kürt hareketi Türkiye içinde yaygın ve dirençli bir sivil hareket haline gelip devletin karşısında dikilmediği, yani kelimenin gerçek anlamında örgütlü bir halk hareketi haline gelmediği sürece, bu isyanın tüketici, tekerrüre dayalı ve belirsiz bir içerik edinmeyi sürdürmesi de kaçınılmazdır. 

Kürt aydınının sosyal sorumluluğu zaten kafasına çakılan ve Kürtleri iradesiz bırakmanın ötesinde bir anlamı olmayan PKK’siz çözümü savunmak değil; ilkeli bir şekilde Kürt hareketine örgütlü bir sivil direniş karakteri kazandırmaktır. Ne zaman ki tartışmaların ekseni buraya kayar ve ilişkiler de ona göre kurulur, o zaman hangi Kürt aydınının hain, hainse ne kadar hain olduğunu tartışıp durmaktan kurtulabiliriz. Yokluğun, kendinden vazgeçmenin, asimilasyonun, işbirlikçiliğin düzenli olarak dayatıldığı Kürt evreninin zaten ihanet/isyan ikilemine sıkıştırıldığını, bunun da sosyolojik bir vaka olduğunu sanki bilmiyor muyuz?

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

tr_TRTurkish