Son birkaç yıl Türkiye tiyatro tarihinin en çarpıcı evrelerinden birisini yaşadık. 2011 genel seçimi sonrasında, hükümet geniş kapsamlı bir Türk-İslam atağı geliştirdi ve seküler tiyatroları da hedefleyen bir dizi operasyona imza attı.
Bu operasyonların en kapsamlısı, 2012 Nisan ayında, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda bir darbe düzenlenmesiydi. Bu nedenle, Genel Sanat Yönetmeni Ayşe Nil Şamlıoğlu görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Anlaşıldı ki, tiyatroya fena halde takmış olan Türk-İslam ideologlarından ve Zaman gazetesi yazarı İskender Pala’nın talepleri artık bir hükümet politikası haline geliyor. (Uzun süredir İskender Pala Hükümet-Cemaat çatışmasına ağıt yakmakla meşgul olduğu için, AKP kültür sanat komiserliği görevini yapamaz hale gelmiş olabilir.)
İkinci büyük operasyon, 2013 Ocak ayında, Ertuğrul Günay Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan uzaklaştırılmasıydı. Bu olay, tiyatro camiası açısından işlerin daha da sarpa saracağını gösteriyordu. Çünkü liberal ve sosyal demokrat kimliğiyle bakanlık yapan Ertuğrul Günay, aynı zamanda seküler sanat çevreleri ile hükümet arasında aracılık yapmaktan sorumluydu. Yerine atanan bakan Ömer Çelik ise, tiyatro dâhil sanat alanında Türk-İslam ideolojisinin hegemonya kurma görevini yerine getirecekti.
2013 Kasım ayında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hangi tiyatrolara yardımda bulunacağı açıklandığında, hükümetin Türk-İslam atağını özel tiyatrolar alanına taşırdığı anlaşıldı. Bu da üçüncü büyük operasyon oldu. Gezici damgası yiyen bazı tiyatroların yardım alamaması bir intikam operasyonuna işaret etse de, genel ahlâka uygunluk kriterinin açıkça zikredilmesi daha önemliydi.
Dördüncü operasyonun Devlet Tiyatrolarına dönük olacağına kuşku yoktu. Tiyatro… Tiyatro… sitesinin dikkat çektiği Türkiye Sanat Kurumu yasa taslağı zaten neler olabileceğini haber veriyor. Şu anda bir hükümet krizi yaşandığı için, yerel seçimler sonrasında neler olur, tahmin etmek kolay değil. Fakat hükümet, Türkiye’nin her tarafında örgütlü ve büyük bir alt yapıya sahip bu devlet kurumunu kendi çizgisine çekmek için gereğini yapma iddiasından vazgeçmiş değil.
Peki, bu gelişmeler yaşanırken tiyatro camiası ne durumda?
2012’de İstanbul Şehir Tiyatroları’nda gerçekleştirilen darbe karşısında, ödenekli tiyatro çalışanlarının ciddi bir direniş örgütlemediklerini biliyoruz. Genel Sanat Yönetmeni Ayşe Nil Şamlıoğlu istifa ettiğiyle kaldı. Darbenin ardından organize edilen Sanat Maratonu ise, gösteri sınırları içinde kalan bir dayanışma ve protesto hareketi olmanın ötesine geçemedi.
Bugün benzer bir durumu özel tiyatrolar yaşıyor. Bir hazırlıksız yakalanma durumu var. Çünkü özel tiyatroları temsil eden bir kurum ortalarda yok. İnsanın aklına Tiyatro Yapımcıları Derneği geliyor, ama sanki geçmişte kalan bir anı gibi. Ne yapar, hâlâ yaşıyor mu, bir bilinmezin konusu. Kendi adıma, hayal meyal, yıllar önce bazı bildiriler yayınladığını hatırlıyorum.
Bakanlık yardımı amatör tiyatrolara da yapılıyor. Fakat onlar da özel tiyatrolar gibi örgütsüz durumda. Sesleri hiç çıkmadı. Ticari bir faaliyet olmayan amatör tiyatroya niçin para yardımı yapılır, amatör tiyatronun talebi gerçekten de mali destek mi, o ayrı bir mesele.
Gezi yüceltmesi tiyatrocular arasında yaygın olsa da, aylardır Gezi ruhuyla uzaktan yakından alakası olmayan bir dağınıklık sergileniyor. Birbirinden bağımsız gelişmekle birlikte, bu gidişata itiraz eden ilkeli bazı çıkışlar yapıldı, fakat genel gidişat hayra alamet değildi.
Özel tiyatrolar alanındaki “DirenTiyatro!” hareketlenmesine ilişkin ilk zaaf, yardım alan ama Bakanlığın yardım siyasetini eleştiren tiyatroların yardımı reddetme cesareti göstermemesi ile meydana geldi. Bir iki istisna dışında, ilkesiz bir duruş sergilendi. Bu şartlarda bakanlık yardımını kabul etmek, bir çeşit grev kırıcılığından başka bir anlama gelemezdi. Ama bu tutum normalmiş gibi kabul edildi.
Elbette, bu olayı önceleyen bir skandaldan da söz etmek lazım: Hangi tiyatrolara yardım verileceğini tayin eden kurulda yer alan tiyatrocuların yapması gereken, daha en baştan istifa etmek ve kamuoyunu uyarmaktı. Bunun yerine Gezi intikamcılığını ve genel ahlâka uygunluk kriteri ile şekillenen bakanlık yardımını meşrulaştırmak gibi bir tavır sergilendi.
Tiyatro camiasında “Bir şeyler yapmak lazım, ama …” şaşkınlığı yaşanırken, önemli bir çıkış Oyuncular Sendikası ve Türkiye Barolar Birliği’nden (TBB) geldi. Fakat “DirenTiyatro!” şiarıyla açılan mail gruba üye olup da özellikle TBB’nin dayanışma jestinin nasıl değerlendirildiğini izleme olanağını bulanlar, absürt bir komedinin sahnelendiğini gördüler.
Dayanışma adına hareket ediyoruz deyip durumdan vazife çıkaranlar direnişin idareciliğine soyundu. TBB ile aracı bir ilişki geliştirmek, oradan da hâkimiyet iddialarında bulunmak gibi likide edici bir tavır sergilediler. Kendilerine yanlış yapıyorsunuz diyenlerle temelsiz ve tepeden bir tartışmaya girildi. Ardından,Sanatçılar Girişimi imzalı bir bildiri skandalı yaşandı.
Bunlar yaşanırken, kızanlar, küsenler, ayrılanlar oldu. Bu konuda aydınlatıcı bir yazıyı Fırat Güllü Mimesis sitesinde yazdı. Bence mesele, katılımcı demokrasiyi içselleştirmek bir yana, asgari bir demokrasi anlayışından yoksun olmaktan kaynaklanıyor.
Peki, “Böl, kaçırt, yönet; olmadı altını boşalt” tutumları nasıl bu kadar etkili ve zaman kaybına neden oluyor?
Tiyatrocuların hal ve gidişatı, gaz odasına hapsedilmiş ve değişik bölgelerde değişik seviyelerde ama sürekli zehirli gaza maruz bırakılan bir topluluğun yaşadıklarına benziyor. Bir bölgede boğulma hissiyatı zirveye ulaştığında, oradaki tiyatrocular panik, korku ve öfkeye kapılıyorlar. Bir an için hep birlikte olduklarını fark ediyorlar. Ama sonrasında birbirinden kaçmalar, gruplaşmalar, çarpışmalar ve hatta birbirini tekmelemeler yaşanıyor. Zehirli gazın yoğunlaştığı bölgeden uzaklaşıp hareketsiz kalarak boğulma hissiyatını azaltmaya çalışanlar da oluyor. Ya da yoğunluğun düşük seyrettiği bir bölgede zaten bu kargaşa ve gerilime hiç bulaşmamak lazım, çırpındıkça daha beter olursun diyenler.
Dikkat edilecek olursa, bu Gezi ruhu ile pek bağdaşmayan bir duruma işaret ediyor. Kendi içinde sosyalleşemeyen, geçici çıkar gruplaşmalarına dayalı ve “insan altı” denilebilecek bir hayatta kalma içgüdüsünün belirlediği davranış kalıplarına hapsolan bir tiyatro camiası, yani örgütsüz tiyatro, istediği kadar Gezi güzellemesi yapsın, “DirenTiyatro!” diyemez. Tahakküm ve direniş arasında meydana gelen büyük orantısızlık, “DirenTiyatro, Ama Artık Diren!” şeklinde yazıların yazılmasına neden olur.
Her şeye rağmen tiyatrocular rahat olabilir. Allahtan hükümet, bir yandan başındaki Kürt belası, diğer yandan Türk-İslam sentezlemesi koalisyonda meydana gelen çatırdamalar nedeniyle, oldukça kritik bir evreye girmiş durumda. Hükümet cephesinden sanata alanına dönük Türk-İslam saldırganlığı eski iddiasını yitiriyor. Yani muhalefetin önü alabildiğine açılmış durumda. CHP merkezli muhalefetin Türk-İslam ideolojisini içerecek şekilde bir koalisyon kurgusuna ve bu şekilde AKP sağcılığına alternatif bir sağcılığa yönelmesi, umut verici değil elbette. Ama bu sadece muhalefetin kazandığı avantajın kötüye kullanıldığını gösterir; CHP merkezli sağ koalisyon hareketi muhalefet etmenin zorunlu ve tek biçimi değil.
“Ne olacak bu tiyatrocuların hali?” şeklinde bir durum, hükümet saldırganlığının geriletilmesi ve yenilgiye uğratılmasında, sivil toplum cephesinden ilkeli bir muhalefetin oluşturulmasında yapıcı bir rol oynayamaz. Her şeye rağmen olumlu bir gelişme olursa, sadece fayda sağlanmış olur. Verilenle yetinmemek için, Başbakanın söylediğinin aksine, seçim sandığına endeksli bir tutumun ötesine geçebilmek gerekir.
Tiyatronun demokratik halk meclisi geleneği içinde doğduğunu hatırlamak gerekir. Tiyatro meclisini bir zanaatçı titizliği ile oluşturmayı bilmek gerekir. Geç de olsa “Böl, kaçırt, yönet; olmadı altını boşalt” tutumları aşılmış görünüyor. Kaybedilen zaman telafi edilebilecek ve Gezi ruhuna uygun bir tiyatro ortamı şekillenecek mi, hep birlikte göreceğiz.
Bu yazı Mimesis Sahne Sanatları Portali‘nde yayınlanmıştır.
İlk yorum yapan siz olun