Sanatçıların yerel yönetimlerden beklentileri neler?
Türkiye’de bu soruyu sormak abesle iştigaldir, çünkü sanatçıların yerel yönetimlerden beklentilerinin ne olup olmadığı hakkında bir hareketlenme ya da en azından hararetli bir tartışmanın meydana gelmediği aşikâr. Bu olgunun tarihe not olarak düşülmesinde ve ayrı bir araştırma konusu olarak ele alınmasında fayda var.
24 Haziran 2018 başkanlık ve milletvekili seçimlerinden sonra, sanat dünyasının tanınmış bazı isimlerinin art arda ve çeşitli biçimlerde Saray’a biat için kuyruğa girmesi bu sorunun cevabının belirsiz kalmasıyla yakından alakalı.
Saray’a biat kuyruğunun oluşmasında iki ana faktör var:
- Sanat camiasında gerek amatör düzeyde gerekse mesleki düzeyde kurumların ve örgütlü bir mücadele geleneğinin yaratılamamış olması, yakınmaya dayalı bir tepkiselliğin, hayatta kalma paniğinin ve himaye arayışının ağır basması.
- Ana muhalefet partisi CHP’nin 24 Haziran 2018 seçimleri gecesinden başlayarak Saray’a biatı teşvik etmesi ve 31 Mart 2019 yerel seçimlerine dönük bir toplumsal hareketin inşasından uzak durması.
Bu tablo sadece bugünün bir meselesi değil. Geçmişten kalan bir mirasın neticesinde oluştu.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, sanatçıların inisiyatif aldıklarında kendi kurumlarını kolaylıkla yaratabileceği veya canlandırabileceği çeşitli dönemlerden söz edilebilir. 1960’lar, kısmen 1970’ler ve 2000’ler. Yakın döneme odaklanacak olursak: 2000’lerin ilk 10 yıllık zaman aralığında AB ile bütünleşme sürecinin canlandırılmış olması ve bir dönem askeri vesayet altında iş görmek zorunda kalan AKP hükümetinin demokratik bir Türkiye tasarımına ihtiyaç duymuş olması, sanat camiasının sivil toplum örgütlerini yaratması için görece uygun bir ortama işaret ediyordu.
Buna karşılık, aynı dönemde “neoliberal” denilen ekonomik düzenin topluma güçlü bir şekilde nüfuz etmesi, siyaseten demokratik bir toplum tasarımını zora sokuyordu. Amatör sanat faaliyetinin daha fazla acemilik, özenti ve kurs pratikleriyle özdeşleşerek gözden düşmesi, mesleki sanat faaliyetinin aşırı bir şekilde metalaşması ve bağımlı hale gelmesi, tekelci şirketlerin imtiyazlarının dokunulmaz kılınmasına bağlı olarak sanat örgütlerinin de önemsizleştirilmesi tavan yapmıştı. Batı’dan farklı olarak Türkiye’de köklü ve oturmuş sanat örgütlerinin zaten var olmadığına, bu nedenle sanat camiasının “neoliberal” ekonomik düzen karşısında son derece kırılgan hale geldiğini ayrıca vurgulamak gerekir.
AKP’nin 2011 genel seçim söylemindeki sert değişim, 2008’den itibaren “neoliberal” ekonomik düzenin krize sürüklenmesinin ve AB ile bütünleşme umudunun kaybedilmesinin ardından yaşanan bir gelişmeydi. Artık Türkiye’de demokratikleşme değil diktatörlüğe geçiş sancısı yaşanıyordu. Açıkça yeni bir döneme girildiğine dair işaretler hızla artarken, sanat camiası hazırlıksız yakalandı. Bu anlamda, mesela 2011’de kurulan Oyuncular Sendikası çok önemli ama aynı zamanda gecikmiş bir çıkıştır.
Erdoğan’ın seküler hayat tarzına dönük saldırgan ve aşağılayıcı söylemlerinin tetiklediği 2013 Gezi direnişinde sanat camiasının ağırlığını koyamadığı, olayların peşinden sürüklendiği, nihayetinde dağınık protest bir çerçeveye sıkışıp kaldığı görülecektir. Mesela Gezi direnişi etkisiyle ortaya çıkacak #DirenTiyatro şeklinde oluşumlar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Gezi direnişine destek veren sanatçıları cezalandırma yolunda attığı adımlara rağmen, grupçu ve bazen şahsiliğe varan çekişmelerle hızla likide olmuştur. Çünkü tepkisel sivil oluşumları kestirmeden yüksek siyaset adına manipüle etmek ve bu bağımlılık ilişkisinin ne kadar fayda üretebileceğini hesaplayarak direnişin öznesi olmaya çalışmak çıkmaz sokaktır.
Aynı yıl Ertuğrul Günay’ın Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı bırakması ve yerine Ömer Çelik’in atanması, Türk-İslam ideolojisinin egemenliğinin ilan edildiğini ve buna itiraz eden sanatçıların sistem dışına atılacaklarını gösteriyordu. Öyle de oldu: Gezi direnişine destek veren sanatçılar kara listeye alındı ve aradan yıllar geçtikten sonra bir gösteriye dönüşen “ya biat et ya yıkıl git” ikileminin ilk büyük adımı atıldı.
Dönemsel olarak ve egemen eğilim itibariyle seküler sanatın “neoliberal” ekonomik düzene kendisini uyarladığı ve barış içinde yaşadığı dönem büyük ölçüde kapandı ve kapanmaya devam edecek. Eş zamanlı olarak, meslekten sanatçıların devlet destekli olmasının hayati önem kazandığı şartlarda, Türk-İslam ideolojisine sadakat ya da en azından Saray’ın seküler sanat için çizdiği itaatkâr çerçeveye biat belirleyici bir kriter haline gelirken, yerel yönetimlerin özel bir önem kazanması normal.
Bu durumda, CHP’li belediyeler başta olmak üzere yerel yönetimlerin nasıl bir kültür-sanat programıyla hareket edeceği ve bu programı şekillendirirken sanat camiasıyla nasıl bir ilişki geliştirdikleri sorusunu yanıtlayabilmek gerekiyor. Fakat yerel seçimlere bir ay kalmışken, yanıtı verilmeyen soru tam da bu. Yanıtın verilmesi çok zor, çünkü bağımsız ve özgür bir sanat için mücadele verildiğini iddia etmek de çok zor.
Bu mücadelenin verilebilmesi için iki ayağını inşa edebilmek gerekiyor: Birincisi, sanatın talep ettiği yaratıcı işçiliğin üretilmesi ve seferber edilmesi, ikincisi bu seferberliğin ihtiyaç duyduğu dayanışmanın ve toplumsal açılım kanallarının inşası. Toplum bilimci Wallerstein’in önerdiği bir terimle konuşulacak olursa, distopyaya karşı ütopistik.
Bu yazı Mimesis Sahne Sanatları Portali’nde yayınlanmıştır.
İlk yorum yapan siz olun