Bugün, AKP’ye açılan kapatma davası Türkiye’nin siyaseten girdiği sert virajı temsil ediyor. Eğer kapatma olursa, muhtemelen hem yerel seçimleri hem de bir erken genel seçimi birlikte yaşayacağız. Siyasi belirsizlik alabildiğine artacak ve hep birlikte faşizmin yükselişini yaşayacağız. AKP 12 Eylül öncesi Süleyman Demirel’in liderliğindeki AP’yi hatırlatıyor. Newroz ve 1 Mayıs olaylarının gösterdiği gibi, askeri vesayet rejimi ile uzlaşmak için elinden geleni yapıyor, ama yine de yaranamıyor.
Darbecilerin tek eksiği uluslararası destek; o da olsa, AKP’nin işi bitirilecek ve CHP-MHP koalisyonu kurulacak. Fakat, milliyetçi ve küreselleşme karşıtı motiflerle kitleleri manipüle eden ulusalcı koalisyonun AKP’nin yerini doldurabileceğine ve uluslararası sermaye için bir istikrar yaratabileceğine dair bir inanç yok. Bu nedenle de, darbeci yaklaşımın sahipleri, AKP’yi tamamen silme yolunda kararsızlıklar yaşıyorlar. Dava süresince gerekli uluslararası destek sağlanabilmiş görünmüyor. En önemlisi, AKP’nin kapatılmasıyla Kürdistan’da meydana gelecek siyasi boşluğu DTP yerine başka bir partinin doldurabileceğine dair bir işaret yok. AKP’yi silme siyasetinin paradoksal bir biçimde DTP’ye güç katmak anlamına geldiğini herkes biliyor. Bu anlamda, AKP’yi kapatmak için yola çıkanlar kırk katır mı, kırk satır mı açmazını yaşıyorlar.
Belki şaşırtıcı kabul edilebilir, ama darbeci yaklaşımın en büyük destekçisi aslında AB’dir. Eğer AKP kapatılırsa, AB ile bütünleşme görüşmeleri kesintiye uğrayacak ve 2005’ten itibaren fiili hale getirilen “özel statü”yü resmileştirmenin önü açılacak. Eski Genelkurmay başkanlarından Hilmi Özkök’ün ne kadar AB o kadar demokrasi dediği unutulmamalı. Dolayısıyla, Türkiye lokmasını yutmak istemeyen ve Balkanların ötesini dünya 2. ligine havale eden AB ırkçılığı, Türkiye’yi faşizme sürükleyen baş aktörlerden birisidir. Buna karşılık Türkiye’deki mevcut devlet yapısının “Madem öyle ben de Akdeniz’in doğrusunda ve Ortadoğu’da modernleşmenin ve demokratikleşmenin lokomotifi olmaya adayım” demeye ne cesareti ne de kapasitesi var.
AB ile ilişkiler bu haldeyken demokrasi güçlerinin örgütlediği “Armut piş, ağzıma düş” yaklaşımı, rehavetin de ötesinde çürümeyi getirmiş ve demokrasinin sözde hale gelen Ankara kriterlerini yaratma meselesi sorumluluk alanından çıkarılmıştı. DTP’nin öncülüğünde başlatılan çatı partisi girişimi, oldukça gecikmiş olarak bu sorunu ortadan kaldırmanın yollarını arıyor. Bugüne kadar lobivari bir çalışma içinde görünen Barış Meclisi tarafından organize edilen 1 Haziran Barış mitingi ise demokrasi mücadelesini halka yayma yolunda atılan bir adım. Yaklaşan yerel seçimler ve olası genel seçim, ister istemez kitle hareketine duyulan ihtiyacı arttırıyor. Bunun için de birlik ve beraberlik projeleri ve kamusal alanda görünürlük büyük bir önem kazanıyor.
Çatı partisi projesinin ve barış meclisinin ciddi bir kitle potanisyeli olduğundan kuşku duyulmamalı. Fakat, bu girişimlerin toplum tabanında yansımalarını bulmadığı görüşünü koruyorum. Kimine göre yirmi, kimine göre kırk, kimine göreyse yüz bin kişinin katıldığı 1 Haziran mitingi, oldukça hayati bir konuda kıpırdanmanın işaretini veriyor. Yüksek bir katılımdan ziyade, ciddi yükselişlere gebe inançlı bir katılıma sahne olduğu görülüyor. Toplumsal muhalefet alanında yıllar süren bir rehavetin ve çürümenin etkilerini silmek ve bir çırpıda silkinip ayağa kalkmak kolay değil.
1 Haziran’da barış siyasetinin canlanmasına dönük kıpırdanmanın işaretleri verilirken, çeşitli gazeteler ve internet sitelerinde gündemde tutulan bir konu, DTP içinde meydana gelen anlaşmazlıklar oldu. Bu konuda Yeni Özgür Politika ya da Gündem Online gibi konuya doğrudan vakıf olması beklenen yayın organları bir çeşit oto sansür uyguluyor ve inandırıcılıktan yoksun bir şekilde önemli bir sorun olmadığı yolunda mesajlar veriyor. Fakat, DTP içinde daha en baştan örgütlenen bir ikiliğin parti iktidarını paylaşma konusunda anlaşmazlığa düştüğü açık görünüyor.
Bu ikilik kabaca şöyle tanımlanabilir: Bir kanat PKK ile mesafeli ve arabulucu olmaya aday bir pozisyon alırken, diğer bir kanat PKK’nin legal düzeyde temsilcisi pozisyonu almakta ve ona göre tepki üretmektedir. Bu kanatlar medyada DTP’nin güvercinleri / şahinleri şeklinde sunulmakta; bu arada, sahte çürük raporu nedeniyle askere alınan ve “şahin” olduğu iddia edilen eski DTP Genel Başkanı Nurettin Demirtaş üzerinden, psikolojik aşağılama operasyonlarına devam edilmektedir. Ahmet Türk “güvercin” kanadın öne çıkardığı isim olurken, Emine Ayna “şahin” kanadın sözcülüğünü yapmaktadır. Aslında bu bir iş bölümüdür ve devlet içinde PKK ile masaya oturmak bir yana, tamamen imhacı karakter edinen yaklaşım baskın çıktıkça, DTP içindeki birinci kanat işlevsizleşmektedir. Buna karşılık ikinci kanat, kendine göre (PKK’nin legal kanadını temsil etme iddiasıyla) parti içindeki hakimiyetini pekiştirme yolunu tutmuş görünmektedir.
Söylem düzeyinde üçüncü yol diyebileceğimiz bir çıkışı, DTP genel başkanlığına adaylığını açıklayan Mahmut Alınak yapmaktadır. Gerçekçi bir yaklaşımla, DTP’nin politik ataletinin temelde sivil itaatsizlik çizgisi izlenerek aşılabileceğini dile getirmektedir. Tüm bu tartışmalar içinde, kuşkusuz son sözü PKK söyleyecektir. Zaten sorun da buradadır. Yüksek siyaset merkezli “sağ-sol” itiş kakışlarının hakimiyetini ilan ettiği kurumlarda, bir üst otoritenin devreye girip bir denge ayarı yapması kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu da, Mahmut Alınak’ın klasik sol motiflerle süslü bir söylem içinde vurguladığı, ama DTP’nin kurulduğundan beri uzağında durduğu sivil itaatsizlik gibi yüksek siyasetin sınırları içinde geliştirilemeyecek pratiklerin kararlı ve örgütlü bir şekilde hayata geçirilmesini engellemektedir.
Bu tabloya bakarak, aslında Kürt hareketinin Türkiye’deki demokrasi mücadelesinde işlevsel olabilmesinin yolunun DTP’den ziyade Barış Meclisi gibi girişimlerden geçtiği söylenebilir. DTP ancak bu tip girişimleri taban örgütlenmesine açtığı ve yüksek siyaset düzeyindeki temsiliyetini üstlendiği ölçüde gerçek misyonunu yerine getirebilir. Böylece DTP içinde yaşanan anlam ve önemi kuşkulu çekişmelerin gündem olmasından da kurtuluruz. Bu da Barış Meclisi gibi girişimlerin bir gurup koordinatör kadronun lobi çalışması olmasından çıkıp toplum tabanına yayılmasından geçmektedir.
İşyerleri, mahalleler, okullar vs. barış meclislerinin yayıldığı alanlar olmadığı ve kendi aktivistlerini üretmediği sürece, 1 Haziran’daki kıpırdanışın da devamı gelmeyecektir. Bu, toplum tabanına nüfuz etme tembelliğini alışkanlık haline getiren şu kadar sol partinin vitrin oluşturmak üzere DTP ile bir araya gelmesi ve çatı partisi kurması ile çözülebilecek bir sorun değildir. Bu anlamda, toplum tabanında örgütlülük vurgusunu kaybedip çatı partisine fareli köyün kavalcısı misyonu yükleyen “sinerji” beklentilerine vurgu yapmak aldatıcıdır.
Bazı noktalar çok açık: Genelkurmay politikalarına teslim olan AKP’nin DTP üzerinde yarattığı baskıda önemli bir hafifleme olmuştur. Yine, Genelkurmayın Kış koşullarında gerçekleştirdiği ve Başbakanın kahramanlık şiirleri okuduğu kara operasyonunun sonuçları Kürt sorununda siyasi inisiyatifin neredeyse tamamen Kürt hareketine geçmesini sağlamıştır. AKP’ye açılan kapatma davasıyla Kürdistan’da DTP’nin alternatifi haline gelen tek partinin çöküşüne zemin hazırlanmış ve DTP’nin toparlanması için büyük bir fırsat doğmuştur.
Bu gelişmelere bakıldığında, sanki gizli bir elin PKK ve DTP’nin son yıllarda daralan tabanını ve buna paralel olarak azalan siyasi gücünü iade etme yolunda büyük bir çaba sarf ettiği sonucuna ulaşmak mümkündür. Sorunu gizemleştirmeksizin söylenebilecek olan, kurulu düzenin Kürt sorunu karşısında tam bir iflası yaşadığıdır. Çatı partisi projesi ya da DTP’de yaşananlar, bu iflasın yarattığı fırsatların değerlendirildiğini değil, dar ve toplumsal taleplere yanıt vermekten uzak klasik bir solculuğun öne çıkarıldığını gösteriyor.
Bu durumda şu soruyu sormak gayet makûl görünüyor:
Türkiye’de demokrasi ve Kürt sorunu adına tarihi bir dönemece girerken biraz daha ciddi olmak ve geniş düşünmek gerekmiyor mu?
Öneri mi?
Ayrımsız tüm birey, sivil toplum örgütü ve inisiyatiflere ve siyasi partilere çağrı yapan ve her şeyden önce barış ve demokrasinin koşullarını inşa etmeye dönük asgari ve somut bir program etrafında birleşecek Türkiyeli bir hareket inşa edilsin. Bunun için, en başta Kürt hareketi, siyasi evrenini genel olarak ve o da yetmezmiş gibi özelde sol içinde sağa sola çekiştirmeyi bırakıp, halkı her kesimiyle kucaklamayı hedeflemelidir.
Her kesimin kendine göre yoğurt yeme hakkı vardır, fakat barış ve demokrasi faşizm karşısında her kesimin üzerinde anlaşabileceği insani ortak paydadır. Şu anda Türkiye’nin ihtiyacı, kapsayıcı bir barış ve demokrasi hareketinin inşasıdır. Bunun için de vitrindeki insan malzemesinden ziyade, bu hareketi yerelleştirecek ve topluma nüfuz etmesini sağlayacak aktivistlerin öne çıkması gerekmektedir. Popülist söylemlerle gizlenmek istenen daraltıcı yüksek siyaset, bunaltıcı olmanın da ötesine geçerek, toplumsal muhalefet üzerinde ölümcül bir tasfiye baskısı yaratmaktadır.
İlk yorum yapan siz olun