İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yerel Seçimler Yaklaşırken

Son dönemde Kürdi kazanımların edindiği çerçeve ele alındığında, dönüp dolaşıp Soğuk Savaş sonrasının olabilecek en geri noktasına geldiği görülüyor: Alt bir insanlık türü olarak Kürtlerin varlığını kabul eden, ama bir halk olarak uluslaşma ve kendi devletini kurma hakkını tanımak bir yana, sıradan TC vatandaşının sahip olduğu temel hakları bile kullandırmama – örneğin anadilini eğitim dili olarak kullanma iradesini bölücülük olarak tanımlama – siyasetinin pekiştiği görülüyor.

PKK’nin verdiği silahlı mücadele ya da DTP’nin çeşitli kanatlarıyla yürüttüğü hem uzlaşmacı hem tepkisel ikili siyaset ve bunların toplamı sonuç alamıyor. PKK ya da DTP’ye alternatif olduğunu iddia eden geleneksel siyasi çevrelerden söz etmeye gerek bile yok. Asıl sorun Kürt oylarının DTP’den uzaklaşma eğiliminin sürmesi ve Kürt halk temsiliyetinin ciddi bir kırılmayı yaşamasıdır. Öyle ki, fraksiyonculuğun Kürt hareketine büyük zararlar verdiği ve Kürtler açısından uluslararası konjonktürün çok daha olumsuz seyrettiği 1980 öncesini dahi aratacak geri bir siyasi tablo şekilleniyor. Önümüzdeki yerel seçimlerde Diyarbakır’ın kaybedilme olasılığının gerçekleşmesi halinde – ki 2007 genel seçimi bunun işaretlerini vermişti – dönemsel olarak Kürt hareketinin büyük bir moral kayba sürükleneceğini herkes bilmektedir.

Yaklaşmakta olan yerel seçimlerin önemine dikkat çeken bir yazı Özgür Gündem’in sitesinde yayımlandı. Delil Karakoçan’ın “Yerel seçimler ve önemli hususlar…” adlı yazısında özetle şu söyleniyordu: “2007 yılında, oturduğu mevzii ve kazanımlarını korumayı başarmış olan Kürt hareketi açısından dönüm noktası gibidir. Kürtlerin, yerel seçimlerden yeni kazanımlarla çıkması, demokratik ekolojik toplum paradigmasına olgusal nitelik kazandıracağı gibi, toplumun komünal refleksini de güçlendirecektir. Unutulmamalı ki, yerel örgütlenme ve sosyal değerlerini yitirmiş ya da aşınmış bir toplumda demokratik özerklik gibi üst taleplerin de pek bir anlamı olmayacaktır. Bu anlamda yerel yönetimleri kaybetmek ya da adı geçen alanların önemli bir kısmında başarısızlığa uğramak, siyasal anlamda da Bölge’nin ‘Bölge’ özelliğini yitirmesi, sisteme entegre olması anlamına gelecektir.”

Kürt hareketinin 2007 yılında, mevzii ve kazanımlarını korumayı başardığı tespitine katılmamakla birlikte (mevzii ve kazanımların kaybı, 2004 yerel seçimlerine girerken, yani en az üç yıl önce belirgin hale gelmeye başlamış, 2007 genel seçiminde ise, apaçık hale gelmiştir), alıntının geri kalan bölümü nasıl bir dönüm noktası yaşanacağını çok güzel özetliyor.

Önümüzdeki yerel seçimlerin Kürtler adına uğursuz bir tablo sergilememesi için yazıda yapılan eleştiri ve geliştirilen çözüm önerilerinin daha ziyade ilkesel nitelikte olduğu söylenebilir. Somut bir içeriğe sahip değildir ve bu da bir yerde normaldir: PKK çizgisindeki medyada, eleştirilere ve çözüm önerilerine somut bir içerik kazandırma ve tartışma yürütme geleneği oturmamıştır. Öte yandan, bu yazıya verilen üç beş sınırlı okur tepkisine bakıldığında bile, tartışmanın oldukça zengin ve somut bir içerik kazanabileceği hemen anlaşılmaktadır.

Örneğin Özgür Gündem okurlarından birisi Diyarbakır’daki bombalama eylemiyle ilgili olarak şunları söylemiş: “Yerel yönetimlerde şu an için en belirleyici olan bence Diyarbakır’daki saldırının izahını çok iyi yapabilmektir; çünkü çok büyük bir hataydı, halktan özür diliyoruz demek yetmez.” Bu, yakalanması gereken bir somutluğa işaret ediyor.

Diyarbakır’daki bombalama eylemi öyle bir hal almıştır ki, kurbanların ve kurban yakınlarının yanı sıra, eylemin önde gelen faili olduğu ilan edilen kişinin de haklarının savunulması önem kazanmıştır. Eylemin sorumluluğu kişiselleştirilmekte, merkezi ve yapısal sorumluluk reddedilmektedir. Bu reddiyenin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Silahlı propaganda yapma amacıyla yola çıkıldığı, ama arzu edilene zıt sonuçlar doğuran bir eylemle karşı karşıya kalındığı bellidir. Özür dileme tavrı ne kadar doğru ve tutarlı bir adım olmuşsa, merkezi ve yapısal sorumluluğu kabul etmeme tavrı da o kadar yanlış ve çelişkili olmuştur.

Kürt hareketinin kaderini belirleyecek politik hat ne olacak? Sivil direniş mi yoksa her zaman terör biçimi alma olasılığını içinde barındıran silahlı mücadele mi? Yerel seçimlerin kaderini belirleyecek olan temel faktörlerden birisi de budur.

Sürekli şunun altını çiziyoruz: PKK’nin 2004’de aldığı silahlı mücadeleyi tırmandırma kararı, dönemsel olarak örgütlü sivil direnişin belirleyici olduğu bir mücadeleyi taşımama eğiliminin bir sonucuydu. Bir açılım değil, gerilemeydi. Yasalcılık sivil direniş gibi yorumlandı ve silahlı propaganda mücadelesine cephe gerisinden destek sunması beklenen aracı ve uzlaşmacı bir STÖ’cülük anlayışı muhafaza edildi. Örneğin insan hakları aktivistlerinden profesyonel siyasetçi imal etme ve onları kâh belediyelerde kâh mecliste ikame etme siyasetinin temelinde bu anlayış yatmaktadır. 2004 itibariyle Osman Öcalan’ın başını çektiği ve PKK’den kopan muhalefetle özdeşleştirilen yasalcılık aslında tasfiye edilmemiş, aksine daraltılıp bağımlı hale getirilerek daha da pekiştirilmiştir. Haksız bir şekilde DTP milletvekili Aysel Tuğluk’un şahsına indirgenen, buna karşılık son Diyarbakır eyleminden sonra Kurdistan Post yazarı Hasan Bildirici’nin çok haklı olarak“Salya sümük siyaseti” dediği tarz-ı siyaset, 2000’lerdeki çürümeyi getiren ve hiçbir şekilde PKK’den bağımsız seyretmeyen yasalcı yozlaşma sürecinin devamından başka bir şey değildir.

Kürt hareketi bir erimeyi yaşamaktadır. 2005 Newrozu’ndan itibaren devletin zulüm politikasının ve dünya üzerinde yaşayan tüm Kürtleri aşağılama tavrının yeniden tırmanması sayesinde, bu erimenin şiddeti beklenenden az seyretmiştir bile denilebilir. Sosyal ve özgürlükçü bir dayanışma hareketi haline gelemeyen, en başta yerel yönetimler aracılığıyla halkı yönetime katamayan, milletvekili seçimlerinde “odun koysak onu da seçtiririz” anlayışının hükmettiği Kürt hareketinin erimemek için devletin zulüm politikalarına ve hükümet etme krizine güvenmekten başka bir seçeneği olabilir mi?

Özgür Politika yazarlarından Ahmet Kahraman’ın Diyarbakır’daki bombalama eylemiyle ilgi şöyle bir yorumu var: “Ha, Diyarbakır’da patlayan bomba olayına gelince, yaralı bir halk var, orta yerde. Yaralıların doğru yapayım derken, yanlışlıklar yaptıkları, kendi evlerinde silah patlattıkları da görülmüştür.” “Sadddam Yaşıyor!…” başlığı taşıyan yazının tamamına yakını, bir türlü ulusal mücadele etrafında kenetlenemeyen ve birbirine düşen/düşürülen sıradan Kürtleri ve Güneyli Kürt yöneticilerinin basiretsizliğini konu alıyor. Bu “Ha… gelince …” türünden bir kalıp içinde konuya şöyle bir değinen ve aslında çok da üzerinde durmaya değmez mesajı veren yorumların, Kürtlere yaşatılan zulüme yapılan vurgunun yerini içerdeki yanlışlara yapılan vurgu almasın kaygısına sahip olduğu açıktır. Kaygı oldukça doğru olmakla birlikte, Diyarbakır’daki bombalama eylemine şöyle bir değinme tavrı, gerçek bir özeleştiri kültürünü derinden yaralamakta ve halkın yarası daha bir kanamaya devam etmektedir. En önemlisi, anonim ve genelleştirmeci bir söylem üreterek Kürt hareketinin yanlış yönetimini gözlerden uzak tutmaktadır.

Bu tavrın zıttı diyebileceğimiz bir yorum örneğin eski DDKD yöneticilerinden Vildan Tanrıkulu’nun KurdWEBB’de yayımlanan “Terör, fetwa ve fetwacılar!…” adlı yazısında şöyle ifade ediliyor:HEDEF, MEKAN, ZAMAN ve SONUÇ açısından Diyarbakır’da patlatılan bu BOMBA kelimenin en basitinden en karmaşık hukuki anlamına kadar sadece bir TERÖR dür ve bu eylemi yapanlar TERÖRİST olarak adlandırılmayı hakkedenlerdir.” Kalın harf karakterleriyle vurgulanan bu tespitten sonra, “Ha… gelince …” kalıbı içinde değil, ama bir not düşerek devletin zulümünü ihmal etmek istemediğini belirtmiş: “Bazıları devlete karşı niye yazmadın diye serzenişte bulunacaklar ama bir kez daha yazıyorum ki benim için devletin yaptıkları onun sömürgeci/işgalci karakterinin doğal sonuçlarıdır ve ben bu devlete karşı tüm hayatım boyunca mücadele etmişim/ediyorum/edeceğim!…”

Bu yoruma uygun çekingen ve örtülü bir tavır, Diyarbakır’daki STÖ temsilcilerinin “Anıyoruz; Kınıyoruz, Bir Daha İstemiyoruz” yazılı sloganıyla gerçekleştirdikleri sessiz protesto aracılığıyla geliştirildi denilebilir.  Sanki PKK Kürdistan devletini yöneten parti, bombalama eylemi de derin PKK’nin işiymiş gibi anlayışa sahip. Bombalama eyleminin derin bir tarafı kalmadı: Savaşın kasıtı aşan bir şekilde terör üreten yüzünü gösteriyor; eylem özellikle terör olsun, halk acze ve paniğe sürüklensin diye yapılmış değil. Kürdi STÖ’cülüğün “Salya sümük siyaseti” ya da örtülü PKK protestosu, her zaman ve zorunlu olarak terör üretme kapasitesine sahip silahlı propaganda siyasetinin alternatifini göstermiyor.

Yaklaşan yerel seçimlerle, Kürt hareketine hakim likide edici eğilimlerin eleştirisi ve Kürt hareketi adına çıkışın nerede olduğu hakkında tartışmalar yeniden büyük bir önem kazanıyor. Abdullah Öcalan’ın “akil adamlar” talebi gayet yerindedir ve aslında yeni filan da değildir; sorun şurada ki, akil insanlar ha deyince ithal edilip kullanılabilecek bir malzeme değildir.

Kürtlerin öncelikle kendi akil insanlarını bulup çıkarması gerekiyor. Kemal Burkay ya da Abdülmelik Fırat gibi “Kürt büyükleri” yaşlarına ve birikimlerine yaraşır bir olgunluk sergileseler, bu ihtiyacın içerdeki kısmı önemli ölçüde karşılanabilirdi. Fakat, böyle bir durum olmadığına göre, hınç ve çaresizlik duygularına yenik düşmeyen, aklın ve vicdanın önem kazandığı bir ortama katkı sunmaya çalışmaktan başka çare yok.

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

tr_TRTurkish